DONANMA MECMUASI 114/65 4.Kasım.1915

DONANMA MECMUASI 114/65 4.Kasım.1915

0486_0065-114_0000

0486_0065-114_1025

Pencişenbe 26 Zi-l-hicce 1333 / 22 Teşrîn-i evvel 1331 /

4 Teşrîn-i sani 1915

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.

Numarası 114 / 65

Hariciye nazır-ı cedidemiz Halil Bey Efendi hazretleri.

. . . . . . . . . . . . . .

– nüshayı fevkalademiz –

 İlân-ı cihadın seneyi devriyesi münasebetiyle 66.ncı müshamız bir nüshayı fevkalade olarak intişar edecektir. Bu nüshada cihadın bütün safahatına ait müteaddit fotoğraflar bulunacağı cihetle harbin musavver bir hülasa-i tarihiyesi olacaktır. Kariîlerimize bu nüshayı mütalaa eylemelerini tavsiye eyleriz.

0486_0065-114_1026

ŞAYAN-I DİKKÂT BİR NOKTA

. . .

     Hilkat insanları vücuda getirmiş onlara bir de ruh içtimaı vermiştir ki; bu tesirle müctemian yaşamak ihtiyacı duyarlar. Herkesin nasıl ayrı bir çehresi, muhtelif evsafı, tabâyı varsa ve onlar yekdiğerine nazaran ne kadar mütehalif ya gayri müşabe ise eşkâl-i cemiyet ile onların evsafı arasında da öyle farklar vardır. Bu pek tabiidir. Bu hususiyet-i şahsiye, milletlerde birer evsaf-ı mütemayize teşkil edecek mahiyette oluyorsa o heyetin evsafı ve tabayı, secâyâsı tayin eylemiş; hududu çizilmiş ad olunur. Bu şekilde olmaz da buhar âlûd ve ne şekil alacağı gayri malum olursa o zaman fıkdan seciye karşısında bulunur. Son asırda müstakil ve vakur yaşamak isteyen milletler en ziyade bu bahse itina etmelidirler ki beynelmilel mevkileri muayyen; Şekilleri, huyları belli olsun. Mayi gibi hangi kaba girerse onun şeklini almak istidadını gösteren heyetlerin hayatı şeklini almak istediği milletin fuzuliliğinden başka halde temadi edemez.

     Meseleyi tabiatıyla bize tatbik etmek isteriz. Tarih tetkik olunursa gerek edvar galebemiz, gerek ezmine-i inhitatımızda bazı vücûh idariyede yahut eşkâl-i ictimaiyede seciyeperesti az çok görülür. Bu bir anane diye kabul edilmese de oldukça makbul bir şey imiş. O zaman Türk namı altında bulunan heyet-i beşeriyenin efkârı mütemeddinede bir şekil hususiyesi varmış ve o şeklin başkalarına benzer hiçbir ciheti yokmuş. Zaman her şeyden fazla amil ve müessirdir. Âsâr-ı terakki cihanı mamur ederken bizim eski halimizde durmamız mülk ve memleket için bâdî-i hüsran olacağı bittabi der-piş olunarak ıslahat ve teceddüdat maksadı altında birçok icraat meydana getirilmiş. Fakat esef edilecek bir şey varsa bu icraattan istifade etmek müessir olamamış. Çünkü onların hini tatbikinde hususiyet halleri düşünülmemiş; O terakki behemehâl tatbiki şekilden mütevellid telakki olunarak her şeyi aynen taklit edilmek istenildiği için netice hiç de muntazır olduğu gibi vücut bulamamış. Esasen taklit edilen şeylerin iyi olduğunu anlamak için sırf zihin hasr-ı tetebbu edilmek muktezi iken onun bulunduğu memleketteki şekli alınarak selleme-üs-selâm bizim memlekete giydirildiği için sırtımız açık kalmış ve o elbise bizi muhafaza edeceği yerde eski pûşidemizden de mahrum etmekle beraber beden hükümetimize, vücudumuza hiç uymamış. Her vaka daima kendinden evvelki vakianın mevlûdudur. Son zamanlara gelinceye kadar vaziyet-i milliyemizdeki âsâr-ı tereddüt ve asr-ı hazırdaki şu terakkiyat-ı medeniye hususunda, irfan, ticaret hulasa medar-ı refah ve saadet olacak her şey bahsinde saflığında bile olamayışımız hep seciyeyi milliyeyi unutarak başkalarının secayasının mahsul-i ilâdi olan müessesatı bize nakil edişimizden înbiâs etmiş ve binaenaleyh onlardan istifade yerine muzırat görülmüştür. Her inkılap mutlaka inkılab fikri olmadan kıymet intisab edemez. İnkılab fikrinin memlekete nafi bir şekil alması da irtikaya matuf enzarın ekseriyet tarafından tasvib edilmesiyle olur.

     Şu günlerde memleketin hal-i harbde olmasının bile mani teşkil edemediği bir fikr-i terakki var. Bunu inkâr kabil değil. Yalnız gayet mühellik ve muzır bir şekil deha var ki o da bu iştihayı terakkinin teskini için her ne ki olursa ona başvurmak, iyi kötü bize muvafık mugayir ne ki varsa derhal tatbikine kalkmak meselesidir. Bir millet terakki etmek isterse ihtiyacat ve ananatını, ahalisinin ihmal edilmesi pek muzır olan ruhiyatını, secayasını pîş-i nazara alarak bu avamilin en kolay kavrayabileceği çeşitleri seçmek, bu çeşitlerin de en iyi neticeler verenini ayırmak lazımdır.

     Faraza amir-i tedris bahsinde bizi, bizim gibi düşünmek, maddi manevi kıymetimizi iyice vezn ederek ona göre bir program, bir esas talim tayin ve tatbik etmek gerektir.

     Halkımızın da bu mühimmeyi asla gözden kaçırmamaları iktiza eder. Bilhassa mesleksizlik derecesini bulan bazı ahval var ki, değil terakki hatta alameti inhitat ad edilmeğe layıktır. Lisan, milliyet bahislerini her zaman bir asabiyet zahiriye ile müdafaa edenler meyanında bunların ciladan ibaret şeyler olduğunu ef’âlliyle ispat edenler bulunur. Bugün şu milletin hayret-efza âsâr-ı nafiası, yarın bir diğerinin ve leh-res ukul mesaiyi fikriyesi, bir diğer gün ötekinin kuvayı askeriye ve haşmet-i devliyesi bizim hatf enzarımıza sebep olur da her bu gördüklerimizi bir an için kopya etmeğe daha doğrusu onların o günde bir ayına gibi durup o şahsiyetler önümüzden geçtikçe hayalleriyle mürtesem görünmeğe devam edersek netice hiç de mamul gibi çıkmaz. Ve kim ki o aynanın önünde fazla durursa onun heyülâsından gayri bir şey olmayız. Binaenaleyh demek isteriz ki ne yapmak istiyorsak ihtiyaç his ederek ve onun çareyi refiini pekiyi tetkik ederek tatbik etmeliyiz ki; Nef’ görelim. Eğer muhtaç olduğumuzu değil, başkalarının hacet-i telakki ettiğini mass ve temsile çalışırsak bize yaramayan gıdalarla tagdiye uğraşır; Fakat bünyeyi milliyemizi takviyat yerine zayıflandırmış oluruz. Bizi, ancak bizim gibi düşünmekle ve bizim gibi duymakla ıslah etmek lazımdır. Bizim gibi düşünemeyenler bizim ihtiyacımızı bilemezler ve tabii dertlerimize çare bulamazlar.

     Donanma

TEDRİSATTA GAYE

Karl Monesyus’un fikirleri

4

     İçtimaı terakkiyi bir cepheden tetkik etmek hem eksik, hem de yanlıştır. Talim ve terbiyeye ehemmiyet verildiği derecede terbiye edilecek çocukların hayat ve sıhhatini, zekâsını düşünmek de icap eder. [Sicilya kükürt madenlerinde binlerce çocuklar pek ziyade takat-şiken bir sa’y ve amelin boyunduruğu altında, bunlardan birçoğu şayan-ı rahim ve tesir bir tarzda heder oluyor; Bu çocuklardan yüzde yetmiş beşi her türlü tahsilden mahrumdurlar].

     Osmanlı Türk memleketinde her köy ve her şehrin köşe bucağı hatta ana kucağı bile çocuk hayatının mahv ve harap olduğu bir mezardır. Eğer çocuk; Annesinin sıhhati meş’um kazalara uğramamak bahtiyarlığı yüzünden selametle dünyaya gelirse, hıfz-ı sıhhatin bilgisizliği, sû-i-tagdi, çocuk hastalıkları gibi hesapsız düşmanların pençesine düşer. Ve eğer ikinci ve kuvvetli bir tali’ çocuğun yaşamasına yardım eder de ailesinin serveti, terbiyesi de buna müsaade ederse nüfusun yekûnu bir adet daha artar. Böyle bir milleti teşkil eden fertlerin cemiyet hayatıyla ne kadar alakasız olduğunu insan düşündükçe cemiyet hayatından bile şüphe ediyor. Ferdin hayatına hiçbir kıymet veremeyen bir cemaatin nasıl olup da yeryüzünde bir nam ve nişan aldığını hayretle görmelidir. Bizzat hayatın mücadele eden kanunları olmasaydı, böyle tabiatın ve beşeriyetin asırlarca süren tahribatı, nihayet bizim tarihteki izimizi silerdi.

     Bir milletin fertlerinden teşkil ettiğini öğrendiğimiz bu günde olsun, yirminci asır medeniyeti ve bilgisi namına olsun ferde haiz olduğu kıymeti verelim! Bugün sade İstanbul sokaklarında sürünen, kimsesiz yahut fakir ailelerin o benzi uçuk, kolları bacakları incecik çocukları toplasak, ülkeler fetih edecek bir ordu yarın büyük bir isim takınacak bir şehir halkı meydana getirmiş oluruz! Sıtmadan, koleradan, frengiden, bakımsızlıktan bilmem daha neden nüfusumuzun her gün daha ziyade kırıldığını, azaldığını şikâyet eden bizlerin, çocukları himaye edecek, besleyecek, terbiye edecek müesseselere ne kadar ihtiyacımız var.

     Başka memleketlere gelince, mesela;

     (Almanya’da himaye-i etfâle dair kanunlarla, her nevi fabrikada, umumi mekteplere devam edecek bir senede bulunan çocukların çalışması memnudur. Ve diğer sanatlarda da bir takım takyidat-ı mühemmeye tabidir. Her Alman çocuğu, sıhhatine muzır olacak ve neşv-ü-nemâsına mani teşkil edecek surette genç kuvvetlerinden istifade edilmemesi için kanunla himaye altına alınmıştır. Zekâ ve irfanca neşv ü nemasına lazım gelen zaman, her çocuk için temin olunmuştur. Müssesesat-ı mahsusada zekâları zayıf olanlar, ihtimamat ile inkişaf ettirilerek gençliğin maruz kalabileceği tehlike bertaraf edilmiş ve hiç olmazsa muzıratı tenkis olunmuştur. 1913 de hizmet-i askeriyeye dahil olan askerlerden 10,000 de yalnız dördü mektep tahsili görmemişti bunları da nısfı hayatını memalik-i ecnebiyede geçirmiş idi.)

     Yaşlı adamlarımızın çalışacağı fabrikalarımız yok iken çocukların çalışmasından bahis etmek gülünç olur. Çocukların sıhhati, hayatı meselesi maarifinki ile bir arada tetkik edildiğini görünce bu, bir taklit dâîyesinden ziyade pek tabii bir düşünce ile nüfusumuzun azalması gibi mutena bir bahsin çok kurcalanmasına beni sevk ediyor; Muharebede olanlar, arkada bıraktıklarının hayatını ve şerefini kazanmak itibariyle bir millet için zarar sayılmaz; Lakin hilâl-i ahmer teşkilatını yapmış olanların hesap üzerine müessir teminatına istinad ile diyebilirim ki bizde son muharebelerin hiç biri, sârî bir hastalık derecesinde nüfus zayiatına sebebiyet vermemiştir.

     Şimdi mevzuun haricine çıkmamak için “nüfus meselesi” ile bütün mütefekkirlerimizin meşgul olması lüzumunu kayıt ederek bizde de çocukların himayesi, terbiyesi hakkında sağlam kanunlar yapılmasını temenni ederim. (vukuflardan bazısının vech tahsisi değiştirip bir maksada hasr etmek bunun mali cihetini temin edebilir.)

     Nüfus ve çocuk meseleleri; Başka bir memlekette askere alınan 10,000 kişide yalnız dördünün tahsil görmemesi gibi ilmin şayan-ı hayret ittisâını bize ihmal ettirmez; tahsil görenlerin

0486_0065-114_1028-jpg-2

Bağdat dar-ül-muallimini 330-331 senesi mezunlarıyla heyet-i idare ve talimiyesinden bir kısmı

0486_0065-114_1028

Tekfur dağı inâs mekteb-i ibtidâî talebatı.

Böyle umumiyet teşkil etmesidir ki Almanları iktisadiyatta mahsuldar ve harp meydanında da cengâver yapılır. İktisat âleminde daha ziyade faydalı bir unsur olmanın mutlak iyi bir talim ve terbiye görmeğe tevakkuf ettiğini bilmekle beraber, ihtiyat zabitlerimizde bize “vâkıa” ile ispat ettiler ki iyi bir vatanperver, iyi bir muharip olmak için, iyi bir talim ve terbiye görmek icap eder. Şimdi de bunu bir de bir Almanın ağzından işitiniz: [Almanya’nın kuvveyi iktisadiye ve ahlakıyesi, milletin sıhhati, kudret-i irfanı ve bütün bu avamilin yardımıyla kuvveyi askeriyesi bütün Alman gençliğinin talim ve terbiyesi esasına müstenittir. Ve bu da tahsil-i mecburi ile temin ve tekeffül edilmiştir.]

     Şu mütalaaya karilerin dikkatini davet ederim; Görülüyor ki gençleri talim ve terbiye etmek; İktisat, ahlak, sıhhat, irfan-ı askerlik kuvvetlerini doğuran esas bir fikir oluyor, bu vesile ile birinci makalemin bir iki satırını tekrar edeceğim. (Vicdanı tahrik etmek haysiyetiyle manevi müphemiyetten ari olmayan bir mefkûrenin hakikate inkılabı safhasında tavazzuh etmesi; Sa’y ve amelin müsmir olması için mutlaka bir gayeye ihtiyacı derecesinde elzemdir. Biz esası fikirlerimize muayyen bir şekil verebildik mi?]

     Milli “ideal”imize sarahat ve katiyet verip de esas fikirlerimizi tayin etmedikten sonra, esasen birer vasıta olan tesisatımızdan iktisat, ahlak, irfan gibi kuvvetlerin doğması mümkün değildir. Ve şüphesizdir ki şu ve bu kuvveti husule getirmek için talim ve terbiyenin tarzını da ona göre çizmek icap eder. Makalelerin silsilesine unvan verdiğim tedrisat gayesini bahsin sonunda muhtelif veçheleriyle toplu olarak münakaşa etmek üzere Karl Monesyus’un âlimane tetkiklerini dinlemekte devam edelim.

     Alman mekteplerinin teşkilatı fevkalade mütenevvidir. En küçük sınıflardan müteşekkil mekteb-i ibtidai, buraya devam edecek erkek ve kız çocuklar için mecburi olan mekatib-i umumiyeden başlar. Küçük köylerde sekiz sınıf,

0486_0065-114_1029

Tekfur dağı menba-l-irfan mekteb ibtidaiyesi talebesi.

Müdafaasının en müstahkem kalelerinden olup Alman ordusu tarafından teshir edilen [Konu]nun istihkâmlarından biri. 

Bir mektepte mütemmimdir. Daima ve her yerde sene göre şakirtlerin biri birinden tefriki, cinsiyete – erkek ve kız olduğuna – göre tefrikten daha mühim olduğu esası takip olunur.

     Mektep teşkilatına kayıt teşkilatı zikir etmeğe lüzum görmüyorum. Çünkü bu memlekete göre değişebilir, zaten bahsimiz de teşkilatın bir az fevkindedir. Tahsilin hangi seneden itibaren başlaması dahi terbiye âlimlerine ait bir meseledir. Hususiyle şarklı ve garplı insanlarda bünyenin ve zekânın inkişafı pek bariz bir surette biri birinden farklı olduğu için biz de çocukların hangi yaştan itibaren ve ne tarzda talim ve terbiyesine başlanılmasını müşahedeye istinat ederek söylemek icap eder. Şimdi şurada en çok dikkat edilecek nokta, çocuklarda yaş farkının gözetilmesidir. Geçenlerde Fransa’nın liyakatli bir tarih âlimi olan “Ernest Lavisse’nin ibtidai mekteplerde tarihin tarz-ı tedrisi” ünvanlı bir küçük kitabını lisanımıza tercüme etmiş ve Osmanlı Türk tarihinin bir hülasasını da derç ederek “Haile için kahraman” unvanı altında neşir etmiştim.

     [tarihin tedrisine ait olan bir kitaba böyle bir isim vermek; Tarihimizi baştanbaşa bir harp hailesi halinde görüp onu yaşatacak kahramanlar yetiştirilmesi ihtiyacından doğmuştur.]

     İşte bu kitapta tarihi malumat çocuğun zihni seviyesine yani senesine göre tasnif edilmiştir. Bir halde ki çocuk, tarihi ve kıtaları, en basit şeklinden görmeğe başlıyor. Yaşı arttıkça yani çocuk zihninde muakale melekesi tekâmül ettiği nispette tarihi cereyan dahi böyle basit ve sade şekillerden yavaş yavaş mürekkeb şekillere girip devam ediyor. Filhakika mektep tedrisatında çocuk zekâsının seviyesine, tahammülüne, dikkat edilmezse ona bir şeyler öğretileceği yerde karışık ve anlaşılmaz cümlelerle dimağı yıpratılmış olur. Bizim mekteplerimizde bu pek mühim dakikaya ne dereceye kadar dikkat edildiğini uzun uzadıya araştırılmalıdır.

     Haşim Nahit [Erbil.]

TARİHTE DEFTERDARLAR

  • <> <> <>

 

     [Bir devletin en can alıcı noktası umûr-i maliyesidir. Para her zaman için mevkii şerefi işgal eder. Devlet ismi altındaki heyetlerin parası o heyeti teşkil eden efradın kesesinden gelir. O keselerin sahibi o paranın hissen istimal edildiğini gördükçe vergi namıyla hükümete verdiği parayı tediyede bir iştiha, bir haz his eder. Aksi halde tahsilde müşkülat çekilir. O sebeple umûr-i maliyenin hissen temsiliyeti müessir olur. Ahval-i maliyemizin tarihte gördüğümüz fena şekillere girmesine sebep olan eski memurlarımızın hayat memurelerine dair malumat-ı tarihiyeyi zübde halinde arz ediyoruz. Ümit olunur ki, karien, yazılarımızı bir tarih bahsi diye değil bir ahlak hikâyesi bir kıssa-i ibret olarak telakki edecekleridir.]

     Tanzimât-ı Hayriye’den evvel şimdiki maliye nazırı unvanıyla hazine-i amire, umurunu ifa eden zatın unvan-ı memuriyeti defterdardı. Defterdar şimdiki maliye nazırı gibi o zamanın en büyük mal memuru idi. Fakat bu memurların öyle fazâhatleri görülmüş, o derece irtikâpla şöhret bulanları olmuştur ki insan tarihte bunların menâkıbını okudukça nefret etmemek? Böylelerine lanet havan olmamak mümkün değildir. Gerçi tarih-i Osmani’nin son sahifeleri irtikabatla doludur. Sadrazamlara varıncaya kadar memurların menakıb ihtilasatıyla mâlîdir. Fakat defterdarların bu hususta hemen hepsine takdim ettikleri, Osmanlı tarihine icâleyi nazar edenlerce malumdur. Mehaza tarih-i Osmani defterdarların irtikab ve irtişâsını yazdığı gibi bu yüzden bu gibilerin duçar oldukları eşedd akıbatı da kayıt ediyor. Bunların bazısı hırs ve tam’ yüzünden felakete duçar olmuş, hatta fert hasetinden dolayı yemeye kıyamayarak biriktirdikleri servetler pek çok eziyet çektirildikten sonra ellerinden alınmıştır. Daha talebelik hayatında imarette yemek tevzi olunurken taamı dolayısıyla şedid hücumundan <yahni kapan> lakabıyla telkib edilen Abdülkerim Paşa işte bu kabildendir. Beyazıt Camii şerifinde uzun müddet hatiplik eden bu zat Sultan Ahmet Han devrinde baş defterdar Ekmekçi zade Ahmet Paşa’ya bilintisab umur-i maliyede ihtisas peyda ettiği gibi birçok işlere karışmak sayesinde daha ibtidalarda iyice servet edinmiş ve bilahare hitabetten vaz geçerek defterdar Baki Paşadan sonra baş defterdarlığa irtifa etmekle benan hırs ve tama’da kalem istifa tutup cülûs-i hümâyûn esnasında ve bade bî-hadd mal cem’ edip mültezimleri fakir ve muhtaç edecek derecede fezahat icrasından hali kalmamıştır. Bununla beraber maddi servetle kanmadı. Nüfusu sayesinde uhdesine vezaret de tevcih ettirdi. Git gide işi azıttığından, <<Sipahi guluvv>> etmekle azil ve malının müsaderesi ferman buyurulduğundan azil ve rütbesi ref’ olunduğu gibi malını ikrar etmediği cihetle işkence maksadıyla taht-ı tevkife alınarak bu halde bile söylemek istemediğinden kızgın demir levhaları ile vücudu dağlanmak suretiyle birer birer ikrar ettirilmiş ve cümlesi mîrî hesabına kabız olunduktan sonra sibili tahliye edildiği halde yaraların tesiriyle pek az zaman zarfında irtihal eylemiştir.[ 1 ]

     Defterdarlardan sadrazam derecesinde nüfus ve kuvvet sahibi olanları ve sadaretten eyalet valisi olmuş bulunan nüfuslu zevat tarafından zulüm ve fezahatleri dolayısıyla tecziyeleri talep olunan edaniden bir takım mal memurlarını ıtlak ettirmekle beraber valiyi tebdil ettirecek derecede nüfus peyda edenleri dahi tarih-i Osmani kayıt etmektedir. Surnâ-zen paşa diye şöhret bulan defterdar şem’ hane müddeti hulul etmeden evvel daha şubat içerisinde müstahdeminden alıyor, rüşvet namıyla aldığı on beş kese mukabilinde müflis bir Ermeni’ye veriyor. Müşteki vezire şikâyetle ibkası için gönderdiği haber defterdar paşaya tesir etmeyince vezir-i azam ferman çıkarıp ibka ediyor.

     Fakat koca defterdar herifi bir hafta içerisinde Nâîma’nın tabirince saklamağa ve ferman ahkâmını iptal ettirerek yine Ermeni’ye vermeye muvaffak oluyor.

     Eski bostancılardan kuyumcu başı Tokmak umurla Mora ve Rumeli muhasıllıklarında bulunmuş olan zalim Yusuf’un tecziyelerini Rumeli valisi iken Siyavuş Paşa arz ederek emir sadır olmuş iken Surnâ-zen Paşa vezire <ne işlersek sonra bize mal kim getirir> demekle emrin icrayı ahkâmı tehir olunur. Ve defterdarın arzusu hilafına olarak böyle bir emir istihsal ettiğinden dolayı vali Silistre’ye nakil ediliyor. Daha sonra da Tokmak derdest ve taht-ı tevkife alıyor. Yüz keseye iblağ etmek şartıyla verdiği otuz beş kese rüşvet mukabilinde aynı defterdar ıtlak ettiriyor. [ 1 ]

     Bazısı da ahlak redîelerini pek çabuk izhar ettiklerinden az zaman zarfında belalarını bulmuşlar, padişahın bi-hakkın ısdar ettiği bir emirle vücutları kaldırıldığından halk şerrinden halas olmuştur. Hüseyin Efendiye istihlaf eden Niğdeli Mustafa Paşa bunlardan biridir. <<mezbûr tünd meşreb ve sû-i hâk sahibi olmakla mahsusa Padişah-ı âlem-penâh hazretlerinin çırağ-ı efruhtesiyim>> diye gurralanıp ibâd-ullah hüsnü muamele etmeyip vermez de gözüne aldırmayıp hadden tecavüz eyledi. Bu makule harekâtı ve bazı hâleti zat-ı hazret padişahiye iblağ olunmakla padişah-ı âlem-penâh bir ay sayd-i-şikâr âlem dağında bulunduğu sırada bostancı başı Rıdvan ağayı göndererek boynunu vurdurmuş cesedini has fırın önünde bıraktırarak ehl-i divana temaşa ettirmiştir. [ 2 ] Defterdarlardan bir takımı dahi fazlaca servet ve samana mazhar olunca ve bahusus menbaın daha pek çok servet temin edebilecek derecede müsait bulunduğunu görünce israfata koyulmuşlar, bu suretle herkesin nazır-ı dikkat ve hasedini celb ettiklerinden encam-ı kâr felakete maruz kalmışlardır.

     Ruznameci evvel hâlifasından iken müddet-i medide kesedarlık hizmetine müstahdem ve giderek fenn defteri de mahareti zahir ve menin olan ve bir defa defterdarlığa irtika etmiş iken bilahare iclâ olunarak bir müddet sonra uzv-ı ıtlak ile tekrar defterdarlığa getirilen Çelebi Mustafa Efendi gerek birinci ve gerek ikinci defterdarlıklarında pek çok paralar eline geçtiği halde bir takım dalkavuklarla ve îş aşaretle hepsini bitirmiş, ahval gayri layıkasına mebni tahvili icra kılınan Musul eyaletine gitmek üzere Üsküdar’a geçtiğinde, cebinde ne yol harçlığına kifayet edebilecek parası ve nede yanında yedirip içireceği, parasıyla zengin ettiği odasından kimsesi kalmamıştı. Birkaç tâbi’ ile çar naçar yola düzülmüş idi. Ancak merkez Saltanattaki alacaklılar matlublarının tahsili için her tarafa müracaatan hali kalmadılar. Alacaklıların hepsi emval ve emlakından istifayı matlub edeceklerini ümid ederken hanesi sarrafın birine verilmekle diğerleri ateş püskürmeğe ve müracaatı bütün üryanlığıyla icraya koyuldular. Nitekim Galata Voyvodalığı mirîsini tenzil etmek üzere aldığı elli kesenin istirdadı için Voyvodanın zat-ı şahaneye kadar müracaat eylemesi <ve rüşvet ve ubudiyet namıyla aldığı akçelerin tamamen meydana çıkması> padişah hazretlerini pek ziyade iğzab etmiş ve Bozca adaya nef’ine irade-i padişahi şeref sadır buyurulmağla memuren i’zâm olunan Mustafa Bey yolda efendiye yetişerek iradeyi irade-i padişahiyi bil tebliğ yoldan çevirmiştir. Daha harekette para namına pek az miktara sahip olan sabık defterdarın yanında <üç adet zer-i mahbûb’dan> maada bir şey kalmadığından Kocaeli mutasarrıfından istikraz eylediği yüz altını harçlık ederek İstanbul’a geldi. Fakat daha evvel icrasına başlanmış olan tahkikat birçok yerlerden vaz cümle Haremeyn-i şerifeyn mukataatıyla tasarrufat maalisi ve öteden beri sülüs ve sülüsân ve yalnız ber-vech münâfafa emval-i atikadan havale ile edâ oluna gelen tezâkir atikayı havale ile sehl validen istifa ettirilmesi yüzünden bir hayli irtikabatı tezahür eylemekle idam kılınmıştır. [ 3 ]

     Niğdeliyi istihlaf eden Boşnak İbrahim Efendi – ki Van seferi mühimmatına ve asker-i Osmaniye mevâcibâtına mal yetiştirmek ve sair defterdarlar gibi hiddet ve şiddet yerine refik ve mülâyemet göstermek suretiyle şöhret bulmuş, istikametiyle de tanınmıştı. Vezir-i azam Mehmet Paşanın çekememezliği belasına feda olup gitti. Tarih-i Osmani bu vakayı şöyle tafsil eder. [ 1 ]

     Sadrâzam Mehmet Paşa rüşd ve isti’dâdın görüp Niğdeliden defterdarlığı aldığı gibi benden sadareti dahi almağa sa’y eder diye havf eder idi. Diye kayıt edildikten ve tevâbi’nin iyi intihab olunmasından ale-l-ekser efendilerine fenalık geldiğini izah ettikten sonra “hizmetinde olan bazı nadanların kibir ve evzâileri hadlerinden ziyade olup hususa ayş ü işret âleminde efendilerin meth ü sena edip tulû’ devlete firifte olmakla efendimizin şimdiden sonra yolu vezarettir. Evvel zaman şöyle edecektir. Şöyle oluruz diye laf ü güzaf ile izhar-ı hiffet ederlerdi.” Diyor. Hademenin bu sözleri veziriazama isâl olunuyor. Ve vezirin korkusu bu suretle yevmen kayyumen tezayüd ediyordu. Defterdarın bir hatası bilâ-hayâ sadrazama bir vesile verdi. Veziriazam bunu fırsat ad ederek boynunu vurdurdu. Defterdar veziriazamın her sefer için kendisinden yirmişer otuzar yük para istediğini ve kendisinin bunları tedarike muktedir olduğunu görünce ve iktidar ve rü’yeti de her taraftan tastik edildiğini haber alınca zat-ı hazret padişahiye tahriren müracaat etti. Padişahtan sadareti istedi. O vakte kadar emsali gayr-i mesbuk olan bu muameleyi gören padişah hazretleri kendisine hiddet ederek varakayı veziriazama gönderdi. Mehmet Paşa da bunun üzerine kendisini idam ettirdi. Bu idam için bir sebep olabilir mi? Şüphesiz olamaz. Fakat hakkında iyi fikirler beslemeyen, koltuğunda gözü olduğunu bilen ve elbette böyle bir şey yapabilmek kudretini bulan bir adamın bu fazihayı irtikab edeceğinde şüphe edilmemelidir.

     Buna müşabe bir bela Mustafa Paşanın başına gelmiş. Zavallı defterdar diğer iki refikiyle birlikte Recep Paşanın ihtirasına kurban olmuştur. [ 2 ] – [ 3 ]

     Fakat bunun en acıklı numunesi de ahîr umurunda Siyavuş Paşa meydana getirmiştir. Pederinden intikalen defterdarlığa geçen defterdarzade Mehmet Paşanın <<istidad zat ve istihkak makam>> dolayısıyla kendisini istihlaf edeceğini bilen Siyavuş Paşa, kendisine yüz vermemesi dolayısıyla muğber olan şeyh-ül-islâm Suud Efendinin ağvâsıyla mülkü o sene ve Şa’bân Halifenin hazine namına müsadere olunan emvallerinden onda birini bile mirîye vermediği >> kısm-ı azamını der-ceb eylediği yolunda tertip eylediği bir iftira üzerine idamına ferman keza cereyan etmekle idam edilmiş ve fakat Siyavuş Paşa dahi evvelce vefat etmekle her ikisi ertesi gün defin edilmiştir. [ 4 ]

     Tarih-i Osmani yalnız hırsızlık belasını bulan defterdarları yazmıyor. Fazahati yanına kar kalanları da kayıt ediyor. Buna sapancı namıyla mülâkkab olan Mehmed Paşa güzel bir misaldir. Boynu yaralı Mehmed Paşanın kaynı olan Mehmed Paşa, eniştesinin, defterdarlıkta veziriazamın itimad-gerdesi olanın bulunması lazımdır. Yolundaki fikri üzerine Sarı Ali Efendinin azlini müteakib defterdarlığa gelmiştir. Bu zatın ilk işi hazineyi boşaltmak, ceplerini doldurmak oldu. O kadar ki 67 senesi mukataasını elden çıkarmakla iktifa etmeyerek 68 senesi mukataasını dahi bir takrib ve kati hulul etmeden tefviz ettirmiş, bu sayede hem kendisinin, hem de itimad namı altında müştereken sirkat maksadıyla getirttiği eniştesi sadrazamın kesesini imlâ eylemiştir. Fakat o sıralarda zuhur eden seferin tedarikini görecek hazinede para bulunmayınca veziriazam kesesinden bir hayli paralar bağışa ve en nihayet boynu vurulmak tehlikesinden azad için kaynını defterdarlıktan azle mecbur oldu.

     Moralı Mustafa Paşa da defterdarlığın o zamanki icabatından olan idhar-ı servet belasına uğradı. Mustafa Paşa pek çok servet ü saman idhar ettiği veziriazamın vefatı üzerine birkaç gün o makam-ı âlînin münhal kaldığından bilistifade yakalamak sevdasına düştüğü için sadr-ı cedid İbşir Paşadan bedai ile ifrad-ı adiyeye kadar herkesin mağbûtu olmuştu. İbşir Paşa âlây-ı vâlâ ile Anadolu’dan gelerek işe mübaşeret edince ilk işi Moralıyı çağırmak, herkesin gözü olan parasından bir kısmını almağa teşebbüs etmek oldu. Defterdar huzur veziriazamıya dâhil olunca ve ulufe için vezir tarafından istenilen meblağın itasını Moralı ret edince İbşir Paşa gazaba gelerek <<Ya! Mühr için padişahımıza beş yüz kese arz eylemişsin ol akçe kandadır, var getir mevâcibe verelim>> demekle ve defterdar da yine vadi-i inkâra sapmakla daha ziyade hiddet eden vezir <<bre sefih hain! Bununla mı padişah-ı cihan hazretleri mübarek lisanlarıyla buyurdular, hiç padişahımıza gazab ve iftira olur mu? Dedi ve ol vaktin ilk eser-i gazası olan <<kaldırın>> emrini verdi. Bir taraftan da tayin edilen hususi adamlar sarayını mühürlediler. <<cem’ malikin kabz edip dâr-ı defterdarı kâse-i zibâya döndürdüler>> bununla beraber defterdar başına geleceğini bildiği için daha evvelce bazı tedabirkatta bulunmuş nakti öteye beriye dağıtmıştı.

     Mustafa Paşanın veziriazam ile ilk mülakatı da acayip olmuş, daha o gün yüreği hoplamıştı. İbşir Paşa Üsküdar’a gelip konunca cümle vezira sadr-ı cedidin mazhar-ı iltifatı olduktan ve râsime-i hoş amadide bulunanlarla birlikte tertip olunan ziyafetten nevâle-çin olduktan sonra birlikte avdet eylediler. Ba’del’asr vezir hani defterdar tez çağırın diye buyurmakla, çavuş başı pey-â-pey üç çavuş tayin ve i’zâm eyledi. Defterdar ise havf-nak ve yorgun henüz sarayına gelmiş, tülbentini çıkarmış, gılmanlar yelpaze sallar, elinde buzlu su ile memlû bir bardak ki âdeti üzere asla elinden düşmezdi. “Nûş ederken çavuşlar içeri girip vezirin emrini tebliğ etti. Neye uğradığını bilemeyen Mustafa Paşa derhal kalktı. Bir kayığa râkiben Üsküdar’a geçti. Huzûr-i hazret veziriazamiye dâhil olunca vezir – ne haber der sultanım beni istemişsiniz dedikte, ben seni bunda ise gelsin dedim galat olmuş” dedi ve izin verdi. Bunun üzerine defterdar ancak yatsı vakti sarayına gelebildi. Mamafih vezaret meselesi bir türlü tevil götürmediği, İbşir Paşanın da inadını bildiği için o geceden itibaren gözüne uyku girmedi.

     Mübaşeret edilmiş olan tahkikat meselesine gelince bir taraftan tahkikat icra olunurken ve az evvel kayıt edildiği gibi, hanesindeki eşyası alınmakla beraber biraderleri ile etbâ’ dahi bilcelb taammuk keyfiyet edilmekte iken defterdarın tevkifden iki hafta kadar evvel ortalık donmuş ve şedid şita dışarıya çıkamayacak derecede icrayı ahkâm eylemekte bulunmuş olmasına rağmen sim vezir ile mali dörder atlı yirmi altı arabaya râkiben emvalini Mora’ya gönderdiği şayi oldu. Ve bu şayia Mustafa Paşa hakkındaki sû-i zannı teşdid etti. Defterdar sabık, bir müddet vezirin kethüdasının nehasında mevkuf kaldıktan sonra hesabı iyiden iyiye rüyet olunmak ve mevcut parası meydana çıkartılmak üzere emir veziriazamı ile bilahare kethüdalıkda ve âlî ağalıktan defterdarlığa ve paşalığa irtika eden defterdar cedidin hanesine nakil edildi. Ve orada da bir müddet mevkuf tutulduktan sonra Yedikule’ye gönderildi. Bu aralık hesabı görüldü. Mal namına nesi bulunabildiyse hepsi zabt ve müsadere olundu. Bundan sonra kendisinden mâl ü menâl metalibe edildikçe verdiği cevap hepsini aldınız, başka bir nesne kalmadı. Demekten ve daima inkârdan ibaret oldu. Mehaza tahkikat bir takım fazayihi meydana çıkardı ve bunlar idamı mucib derecede ad edildi. Ancak vaktiyle intisab ettiği Valide Sultan Hazretleri şefaata kalkıştı. “Defterdar sabıktan cümle malı müsadere olundu. Kendini katl etmesinler bir yere icla ile iktifa etsinler katle rızamız yoktur” diye veziriazama haber gönderdi. Vezirin alacak öcü olduğu ve bu suretle nân paraya muhtaç bırakmakla da hırsını tadil etmediği için bu habere canı sıkıldı. Kıbrıs’a nefyne dair ferman çıkararak zahiren bunu kabul, fakat katlin surâhra ile icrasını tasmim etti. Yedikule’den çıkararak o akşam hanesine aldı. Ertesi günü âle-l-seher sekiz çavuşun taht-ı muhafazasında olarak Kıbrıs’a nefy edileceği ilan olundu. Moralı artık samur ferace ile böyle günü bir yola gitmek muvafık olamayacağını nazar-ı dikkate alarak rüşvet makamında bunu çavuş başıya verdi. Kendisi yol için muvafık gördüğü naka kürkünü giydi. Üsküdar’dan ileri geçilince bu defa çavuşlar sırtındaki naka kürkü de çıkardılar. Bir hizmetkâr çuhası giydirdiler. Altındaki atı dahi değiştirdiler. Bir hamal arabasına bindirdiler. Yanına almak istediği hizmetkârının refakat etmesine muvafakat etmedikleri gibi kılıç takmağa ve çizme giymeğe dahi ruhsat vermediler. Dil Mabedi mevkiini geçtikten sonra verdikleri çuhayı da alarak bu defa bir Arnavut gebesi giydirdiler. Ve bu yolda kendisi menfaya değil ahrete götüreceğini pek ala anladı. Hersek köyünde yemek getirdiler. Şedid tesirinden yiyemedi. Kırkgeçit mevkiinden geçerken vaktiyle Anadolu’ya gönderdiği tevabiden birine tesadüf eyledi. Bu zat paşasını bu halde görünce ayağına kapandı. Ağlamağa başladı. Arkasındaki kürkü çıkarıp verdi. Adi gebeyi bıraktırdı. Paşa bundan cesaret alarak kutni vücudunu ısıtmadığından kapamasını istedi. O zatın soyunup vermek istediğini çavuşlar görünce “bre kapan haydi gidelim deyip, beygirine kamçı basıp gittiler”. Bununla da sevke isale memur olduklarını anlatmış oldular. Biraz daha ilerlemeleri üzerine arkalarından süratle iki tatar geldi. Çavuşlara ibraz ettikleri bir emirle defterdar kendilerine verildi. Tatarlar sapa bir dere içine götürdüler katle ferman sadır olduğunu bil tebliğ istiğfara müsaade eylediler Mustafa Paşa dereden abdest aldı. Birkaç rekât namaz kılıp tövbe ve istiğfara vardı. Ol kadar ağlayıp elini yere sürdü ki yüzü ve çehresi sıyrılıp hûn-alûd olmuştu. Ol halde biçareyi katl ve bir yar kenarını kazıp defin eylediler.

     Bu sıralarda ise defterdarın Enderun hüddâmından biri vezire vardı. Sabık velinimetinin bir gece hamallara iki kara birer harar yükletip bilmediği bir yere gönderdiğini ihbar etti. Bunun üzerine hamallar kethüdasıyla tekmil hamalları topladı. Bunlar birer birer oğlanın huzurundan geçirilmekle taşhis ettiği ikisi ayrılarak led-l fesar Hacı Ahmed nam zatın hanesine götürdükleri anlaşıldı. Celb olunan Hacı Ahmed bilâ tereddüt vakayı ikrar ve hararların aynen mevcut olduğunu beyan eyledi. Hararlar aldırılarak led-l muayene içlerinden her birinde yirmi beşer binden elli bin altını havi ikişer sandık çıktı. Ve doğruca padişaha gönderilip padişahım işte hiçbir akçem yoktur diye yemin eden

Baron Hans Freiherr von Wangenheim’ın vefatı: Almanya’nın der Saadet sefiri Baron Wangenheim 12 Teşrinievvelde vefat etmiştir. Biri birine kavi münasebat-ı vifâkayla mazbut olan Almanya ve devlet-i âlîyenin düşman müştereke karşı bir seneden beri icra ettikleri harp neticesi semerat-ı ittihadlarını iktitaf edecekleri sırada, işbu muhadenet ve vifâkın başlıca amillerinden bulunan Baron Wangenheim’ın zıyaından naşi samimi teessüflerimizi izhar ederiz.

Müteveffa Almanya sefiri Baron Wangenheim Thuringia’da Georgenthal’de 8 Temmuz 1859 da dünyaya gelmiştir. Meşhur Forta mektebinin tedrisatını takip eyledikten sonra evvela birinci sahra topçu alayına ve bir müddet sonra altıncı Ohlan alayına dâhil olmuştur. Petersburg sefarethanesinde kısa bir müddet mülazımet geçirdikten sonra 1888 de meslek diplomasiye dâhil olmuştur. Baron Wangenheim 1890 da Kopenhag sefarethanesi kâtipliğine 1893 de Madrid, 1895 de Stuttgart kâtipliğine ve 1897 de Lizbon sefarethanesi müsteşarlığına, 1899 ra İstanbul sefarethanesi müsteşarlığına, 1904 de Meksiko sefaretine tayin edilmiştir. 1908 de Tanca’da Doktor Rozen’e vekâlet eylemiş ve ba’de Atina sefaretine tayin edilmiştir. Atina ve İstanbul’da siyaset şarkıyenin gavâmızına vakıf olmuş ve 1912 senesi ilkbaharında İstanbul sefaretine tayin edilmiştir. Baron Wangenheim Almanya’yı İstanbul’da 3 sene müddetle temsil eylemiştir.

0486_0065-114_1032-1033-jpg-2

Almanya’nın der Saadet sefiri Baron Wangenheim’in cenaze merasimine ait intibalar: ortada; daire dâhilinde – müteveffa Baron Wangelheim. İlk sıra – vükelâ-yı fiham ve rical-i siyasiye bahçede şapel önünde. Cenaze Alman efrad-ı bahriyesi tarafından arabaya konurken. İkinci sıra – cenaze Almanya sefarethanesi önünde. Cenaze alayı sefarethanenin önünden hareket ederken. Üçüncü sıra – cenaze alayında şehzade Ziyaeddin efendi hazretleri. Cenaze arabasıyla alayının heyet-i umumiyesi.

defterdarın sakladığı paralar dediler. Diğer taraftan vaki olan ihbar üzerine hanesinde icra kılınan hafriyatta da yüz kese nakte dest-res oldukları gibi Şaban halifede seksen kese paranın emaneten bulunduğunu da haber almalarıyla bunu da istirdad eylediler. [ 1 ] Bu suretle hem defterdarın işi bitirilmiş, hem de nakit mevcudesi – o vaktin mucibince – tamam hazineye alınmış oldu.

[ 1 ] – Nâimâ cilt 2 sahife 354

[ 1 ] – Cilt 5 sahife 265

[ 2 ] – Nâimâ cilt 3 sahife 144

[ 3 ] – Vasıf cilt 1 sahife 108

[ 1 ] –Nâimâ cilt 3 sahife 288

[ 2 ] – Fezleke cilt 2 sahife 141

[ 3 ] – Fezleke cilt 3 sahife 104

[ 4 ] – Nâimâ cilt 6 sahife 166

[ 1 ] – Nâimâ cilt 6 sahife 48 – 58

     Osman Zeki Pakalın

PROJEKTÖRLER

O , O , O , O

Projektörler nedir? Ziyayı nereden alır ve nasıl akis ettirir? – projektörlerin envaı.

     İhraz-ı muvaffakıyet hususunda, harekât ve mevzileri düşmandan setr ve ahfa eylemek, maksad-ı aslıyı hasma his ettirmemek ne kadar mühim ve mucib-i muhassenat ise, düşmanın harekâtını, hal ve vaziyetini keşif ve tarassutta o nispette fevaid-i azimeyi münticdir. Keşif ve tarassutta istimal edilen alat-ı mühimmeden biri projektördür. Sefâin-i harbiye ve ticariyede, limanlarda hepimizin görmüş, seyir etmiş olduğumuz projektörler, mukaddemâ sahra muharebatında pek o kadar müstamel değil idi. Sanayinin her şubesinde olduğu gibi projektörler de fevkalade terakkiyat husule gelmiş, Avrupa’nın büyük orduları, müteaddit şekil ve cesamette, muhtelif vesait-i nakliye ile sevk ve idare olunur projektörlerle teçhiz edilmişlerdir.   Projektörlerin kuvvetli ziyaları muayyen bir sahayı tenvir için ne büyük hizmetler ifa edebileceğini, zulmet leylden bil istifade taarruza şitab eden hasmın harekâtını tarassut ve tecessüste projektörlerin ne kadar elverişli ve müessir birer alet olduğunu izaha lüzum görmeyiz.

     Projektör nedir?

     Projektör ziyadar bir membaına neşir ettiği şuayı tek bir istikamete veyahut mahdut bir daireye tevcihe temerküz ettiren ve bu suretle, tarassut edilecek sahayı kuvvetle tenvir eyleyen bir alettir.

     Malum olduğu veçhile ziyadar bir membadan intişar eden şua müteaddit istikametleri tenvir ettiği cihetle pek çok ziya bi-lüzûm olarak kayıp olmaktadır. Bu hale mani olunacak ve şuayı hüzme halinde toplanarak yalnız bir istikamete veyahut mahdut bir sahaya tevcih edilecek olursa tabiidir ki kuvveyi tenviriye fevkalade tezayüd eder.

     Bilfarz on metre murabbaında bir levhayı tenvir eden ziya, yüz metre murabbaa havi olan bir levhayı bittabi on kere daha az tenvir edecektir. Ziya toplandıkça, temerküz ettirildikçe kuvveti artar. Bir memba ziyadardan bilfarz 3 kilometre uzakta olan noktaların mecmuu 113 kilometre membaa, yani 113 milyon metre murabbaa bir mesaha-yı sathiye işgal eder. Fakat memba ziyadarın şuayı bir araya getirilecek olursa tenvir edilen saha küçülmüş ve binaenaleyh şuanın kuvveyi tenviriyesi o nispette artmış bulunur.

     Ziyadar membalar:

     Muhtelif araziye, suhuletle nakil edilebilecek surette müvellid-i elektrik kaplar inşa edildiği andan itibaren Asetilen lambaları metruk bir halde kalmış, yalnız ziyai muhaberatta istimal edilmekte bulunmuştur. Projektöre lazım gelen ziyadar menbaı temin eden ve elektrik husule getiren kapların araba ve sair vesait-i nakliye ile her arzu edilen mahale nakil eyleyebilmeleri projektörlere seyyar sahra ordularında mühim bir mevki kazandırmıştır. Elektrik istihsalinde istimal edilen buhar makinalarının yerine petrol motorların kaim olması, sahra orduları için elzemiyet mertebesinde bulunan adem-i sıkleti de temin eylemiştir. Bundan maada petrol motorları sayesinde elektrik cihazı otomobiller üzerine vaz edilmekle projektörlerin daha basit ve sehil-l istimal bir hale gelmesine medar olmaktadır.

     Hülasa bu tertibat ile projektör, her hangi bir saat ve mahalde petrol motorlarıyla istihsal olunan elektrik ziyasını temerküz ettirerek muayyen ve mahdut bir sahayı neşir eder ve keşif ve tarassut için kuvvetli ve yorulmak bilmez bir göz gibi vazifeyi tenvir ve rûyeti ifa eyler.

     Ziya nasıl aksettirilir?

     Projektörlerin evvel Kırım muharebesinde maddi ve müspet bir iş görebilmeleriydi. Kırım muharebesinden evvel projektörlerin sahra harplerinde hemen hiçbir ehemmiyeti yok idi. Mukaddemâ istimal edilen projektörlerin ziyayı akis ettiren sahası meclâ ü gümüş kaplama idi. Mamafih sahanın sihanında ve şeklinde mevcut olan adem-i intizam ziyanın büyük bir kısmının heba olmasına sebebiyet veriyor idi. Fransız erbab-ı ihtisasattan Mösyö Manjen tertip etmiş olduğu ayna bu mahzuru ref etti. Bu ayna, ön ve arka satıhları küre aksamı olan bir cam adeseden mürekkeb olup kürenin arka kısmı gümüş kaplamadır. Camdan mamul adese fevkalade bir cila alabildiği cihetle kuvveyi tenviriye matluba muvafık idi. Maa-hazâ, bu adesede mahzurdan büsbütün salim değildi. Bir kısmı kolaylıkla kırılabilen ve hatta çatlayan bir camdan, diğer kısmı pek mukavemetli olan gümüşten mamul olan bu cihaza mükemmel nazarıyla bakılamaz idi. Bunun için pek çok memleketlerde bilahare bu cihaz tebdil edilerek ziya akis ettiren saha altından imal olundu. Altın kaplama aynalardan çıkan ziya gayet kuvvetli olup keşif ve tarassut hususunda büyük bir kıymeti haizdir. Bundan başka gümüş kaplama aynalarla yağmurlu ve sisli havalarda hedefi görmek mümkün olmadığı halde, altın kaplama aynalar böyle kapalı havalarda bile müessir bir kuvveyi tenviriyeye maliktirler.

0486_0065-114_1036

Ruslardan iğtinam edilen ağır toplardan birinin üzerinde Alman efradı.

---------------------------------

Ganaim-i harbiyeden Rus ordusunda kullanılan müteharrik çelik piyade kalkanları.

0486_0065-114_1036-jpg-2

     Projektör ne mesafeden tenvir eder?

     Bir hedefin sureti münasebede tenvir edilebileceği bu’d ve mesafe iki esaslı amile mütevakkıftır:

     Aletin kuvveti ve adese-i mer’iyenin cinsi ve mahiyeti.

     Aletin kuvveti elektrik volt’larının miktarına ve adesenin ebadına göre tahvil eder. Adese-i mer’iye meselesine gelince: Beyaz renkte bir maddenin koyu renk üzerinde suhuletle görülebileceği ve aynı renkte olup yan yana bulunan mevadın yekdiğerinden tefriki müşkül olacağı tabii bir keyfiyettir. Ağaç dalları arasında mestur ve muhtefi bulunan bir bataryanın keşfi pek müşküldür. Hali harekette bulunan bir torpido ise, su içinde ayna gibi parlayan canibi ile münevver bir balık şeklinde nazar-ı tecessüse çarpar. Havaların ciyadet veyahut muhalefeti de kuvveyi rûyeti duçar tahvil eder. Bilfarz Paris şehri civarında beş bin metrelik bir sahayı tenvir eden bir projektör, Bahr-i Siyah’da 6 ile 7 bin metrelik bir mesafeyi ziyalandırmağa hatta havanın daha açık olduğu mahallerde 10000 metrelik mesafedeki eşyayı bile nazar-ı tecessüse arz eylemeğe kâfidir.

     Rasat nerede bulunmalıdır:

     Projektörün karibinde tarassut icrası hemen gayrı mümkündür. Zira intişar eden ziya o kadar kesif ve şiddetlidir ki rasadın uzaktaki eşyayı görmesine mani olur. Projektörün tenvir ettiği sahayı keşif ve tecessüs edecek olan rasat, projektörün yan tarafında laakal yüz metre uzakta ve daha iyi tarassutta bulunmak için de 5 ilâ 6 yüz metre ba’de ve mesafede bulunmağa mecburdur. Rasadın iyi bir dürbün hatta bir bahriye dürbünü ile mücehhez olması şarttır. Maa-hazâ rasat, tenvir edilen sahayı bihakkın bilmez. Bu sahada gündüzün lazım gelen tetkikatı icra eylemiş bulunmaz ise kati bir keşif yapabilmesi meşkûktür.

     Projektörlerin envaı:

     Projektörler, yalnız tarassut-u keşifte istimal edilmez. Geceleyin hareket eden bir hasma tevcih edilecek olan şiddetli ziya düşmanın harekâtını pek ziyade işgal edebilir. Bilhassa ziya ve zulmet düşman büsbütün şaşırmağa mahkûmdur. Zira artık mesafeyi tahmin edebilmesi mümkün değildir.

0486_0065-114_1037

Ganaim-i harbiye – Almanların moskof ordusundan iğtinam eyledikleri lâ-yuadd toplardan bir cüzü.

-------------------------------------------------------

Ganaim-i harbiye: Rusların esnayı karar yahut esarette terk eyledikleri tüfek demetleri.

     Elyevm pek çok teferruatı muhtevi olan projektörlerin en esaslı aksamını ber-vech-i bilâ izah ettik. Projektörler müteaddit ebatta, cins ve nevidedir. Bunların otomobil ile nakil edilen ve hin-i harekette etrafı tenvir eyleyen cinsleri, gayet uzun demir sütunlar üzerine yine demirden mamul ve el merdivenlerle çıkarılarak düşmanın harekâtını tetkike yarayan sabit ve seyyar nevileri vardır. Bundan başka projektörlerin adeseleri her tarafa hatta havalara tiran eden ecsâmı ve be-tahsis tayyareleri keşif için havalara tevcih edilebilir. Tayyarelerin mücehhez bulundukları projektörler de şayan-ı kayd ve işaret ihtirahat beşeriyeden ma’dudtur. Tayyaredeki projektör kuvveyi tenviriyeyi hava ile tahrik edilerek elektrik cereyanı tevlid eden bir çarktan almaktadır. Bu çark dört kısımdan mürekkeb olup dakikada takriben 300 kere devir eder. Çarkın kutru tahminen bir metre ve tayyare projektörlerinin kutru 25 santimetredir.

     Avrupa’nın muhtelif dar-ül-harplerinde çarpışan ordular, ihraz-ı zafer ve galebe için zekâyı beşerin bütün ihtiraatından, funun-u haziranın vücuda getirdiği en dakik ve mükemmel alat ve eczadan istifade edegeldiği gibi keşif ve tarassutta, projektörlerin temin eylediği fevaidden de azami menfaat istihsaline sa’y olmaktadırlar. En iyi ve mükemmel projektörlere malik olan ordular, bittabi fünun ve sanayi en ziyade müterakki memleketlerin orduları olduğuna şüphe yoktur. Fen ve fünunun tatbiki bir şubesi olan sanat, beşeriyetin esbab-ı huzur ve refahı ile birlikte müessir ve müthiş olan vesait-i tecavüziye ve tedafiiyesini ihzar ediyor. İşte yukarıda mecmuen tarif ve izah etmiş olduğumuz, projektör, fen ve marifetin asar-ı mühimmesinden birini teşkil ediyor.

     Yusuf Osman.

HATT-I HARB GEMİLERİ

Mâ-ba’d

Yardımcı makinalar:

 

     Demirler ve zincirler için olup kasaranın üstünde bulunan ırgatları işletmek için baş tarafta ve muhafaza tahtında pek iktidarlı ve stim ile müteharrik bir ırgat makinası vardır.

     Yukarıdakilerden maada doğrudan doğruya ana cihaz sevk ile münasebeti olan bir takım dana makinalar vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

     Kazanlara tazyik tahtında hava veren hava körükleri olup stim vasıtasıyla işlerler. Her bir makine ve kazan dairesinde harik ve sintine tulumbaları vardır. Bunlar 50 tonluk ve motor ile çalışan sentrfugal “Centrifugal pumps” tulumbalarıyla beraber yahut onların yerine, bu bölmelerdeki suyu basarlar ve yangın vukuunda deniz suyu verirler. Kazanlara tatlı su vermek için fid tulumbaları vardır. Yukarıda zikir olunan ve meksefelerden suyu geçiren sentrfugal tulumbaları ile yine yukarıda zikir olunan hava tulumbaları her bir ana ve yardımcı kondanser için birer tane olarak tertip olunmuştur. Yağ mahruki için yağ tulumbaları vardır. Torpido için ve büyük topların hava uskoncaları için lüzumu olan muzîk havayı depo eden hava hazineleriyle tazyik-i hava makinaları tertip olunmuştur. Kazanlara ve içmek için lüzumu olan tatlı suyu istihsal için, deniz suyunu tebhir eden imbik makinaları tertip olunmuştur. Kezalik, elde edilen suyu basmağa muktezi tulumbalar da vardır. Bu enjektörlerden her bir makina dairesine bir tane konur. Bunlar harik ve sintine tulumbaları tarafından tazyik tahtında verilen su ile icrayı fiil ederler.

     Buraya kadar zikir olunan yardımcı makinalar hiçbir veçhile taab verecek derecede değildir. Zaten hulasaten zikir olundu. Fakat gemiye konan birçok hususi makinalar hakkında güzel bir fikir verir. İşte bir muharebe gemisinde, sırf cihaz sevkinden maada, dikkat mütemadiye tahtında bulunacak böyle birçok makinalar dahi mevcuttur.

     Tecdid-i hava ve boru tertibatı:

     Bir harp gemisinin tecdid-i hava tertibatı pek ziyade ehemmiyet verilen bir meseledir. Bu meselenin ehemmiyeti yalnız taze havanın miktarı kafiyede istihsalinden ibaret olmayıp aynı zamanda tecdid-i hava borularının geminin su geçmez bölmelerini bozmamalarını temin cihetindendir. Bu keyfiyet elektrik fan (körük) lerinin tatbikiyle hayliden hayli basitleşmiştir. Tecdid-i hava tertibatı atideki kümelere ayrılabilir:

     Kazan dairelerinin tecdid-i havası

     Makine dairelerinin tecdid-i havası

     Kömürlüklerin tecdid-i havası

     Dinamo misalli, yardımcı makine dairelerinin tecdid-i havası

     Levazım ve kumanya mahallerinin tecdid-i havası

     Cephaneliklerin tecdid-i havası

     Kamaraların ve asker mahallerinin tecdid-i havası

     Kazan dairelerinin tecdid-i havası:

     Kazan dairelerine stim ile işler körükler konur.  Bunlar, kazan külhanlarına lazım gelen havayı tazyik tahtında olarak verirler.

     <Devam edecek. >

GÖKTEPENİN ZAPTI

Ve

Moskof vahşeti

Ma-ba’d ve hitam

     Skobelev, Göktepe civarında istikşaf yaparken Bahr-i Hazer’den gelen bir bahriye alayı da Kızılavrat’ı zabt ve kalesini tamir ederek orayı bir erzak ve mühimmat deposu ittihaz etmişti. Annenkov’un şimendiferleriyle, deve kervanlarının getirdikleri erzak ve mühimmat burada iddihâr olunuyordu.

     Yaz ve pek kısa olan yağmur mevsimi geçti. Kış geldi. İşte bu zaman Skobelev ordusunu ve ağırlığını Bakü’den karşı yakaya geçirdi. Ve müstahkem bir mevkiden diğerine nakil suretiyle Ahal vahasına kadar ilerledi. Kânunuevvelin ortasında geçitlerden Tekelilerin üzerine atılarak onları geriye kalelerine kadar sürdü. Bu ileri yürüyüş esnasında bazı muharebeler oldu. Yaralılar arasında Annenkav da vardı.

     1881 kânunusani birde ordu, artık Göktepe’nin önünde gözükmüştü. Skobelev ordusu, beraberinde 54 top ve birçok tüfek ve roket boruları bulunan 10000 seçme askerden mürekkeb bulunuyordu. Hiçbir tedbir ihmal edilmemişti. Bir helyograf işret alayı bütün muhaberatı çarçabuk Kuban dağının öte yanında bulunan telgraf merkezine yetiştiriyordu. Göktepe’nin çamurlu duvarları arkasında ise 20000 ila 30000 Türkmen Skobelev’ in hücumunu bekliyordu.

     Kânunusaninin sekizinci gecesi ilk meters kazılmış ve ilk tabya inşa edilmişti. İki gün sonra Türkmenler büyük bir kuvvetle bir huruç harekâtı yaptılar. Bunlar karanlık basar basmaz muhasırları yarmak ve silip süpürmek istiyorlardı. Muharebe gece yarısına kadar devam etti. Filhakika Türkmenler yeni topla bir sancak zapt ve Rus mevziinin bir kısmını kısa bir zaman için elde etmişlerdi.

     Ayın on altısında tekrar dışarı çıktılarsa da yine püskürtüldüler. Muhasara ameliyatı süratle ileri götürüldü. On yedinci sabahı lağımın ucu cenup tarafından hendeğe kırk yarda kadar takrib edilmişti.

     Bütün harici mevziler Rusların elinde bulunuyordu. Rusların bu yolda ağır ağır, fakat metanetle ilerlemeleri Tekeliler üzerinde ani bir hücumdan daha büyük bir tesir bırakıyordu. Ayın yirmi üçünde duvarın altına biri adi barutla diğeri de dinamitle dolu iki lağım yetiştirilmişti. Zavallı Tekelilerin hiçbir şeyden haberleri yoktu. Hücum ertesi gün yapılacaktı. Güzel ve berrak bir sabah, güneşin ziyası, Göktepe’nin boz renkli duvarlarıyla sıra dağların kar gibi beyaz olan tepelerini yaldızlıyordu. Havada hoş bir zindelik vardı. Bu Lomakin’in muvaffakiyetsizliğine şahit olan sıcak ve boğucu günden pek farklı idi. Bütün Rus topları duvarlara karşı gürlüyor yahut duvarın arkasındaki Türkmen ordugâhına humbara yağdırıyordu. Bu esnada pek ziyade ilerletilmiş olan siperlerin muhafazası altında dört hücum kolu tertip olunuyordu. Miralay Hidrov adlı ihtiyar bir Çerkez bir tabur piyade ve beş roket ile garp cihetinden Tekelilere sahte bir hücum yaptı. Bunun adamları doldurabildikleri kadar süratle endaht yapıyorlar ve merdivenler ellerinde olduğu halde bir burada, bir şurada gözüküyorlar, hülasa Tekelileri asıl hücumun bu cepheden yapıldığına kandırmak, inandırmak istiyorlardı. Bu esnada Aleksey Kuropatkin şark cihetinde bir hücum kolu tertibiyle meşgul oluyor ve miralay Guzelkov da iki bini mütecaviz askerle kalenin cenup cephesinde hücuma hazır bir halde duruyordu.

     Dördüncü bir kol da ihtiyat olmak üzere bunların arkalarında bekliyordu. Topçular piyadenin başı üstünden ateş ediyordu. On biri biraz geçe lağımlar patlatıldı. İnfilak Tekeliler arasında ani bir şaşkınlık ve durgunluk hâsıl etmişti. İşte bu karışıklık esnasında iki hücum kolu duvarda açılan gediklere doğru hücum ettiler. Fakat bunlar henüz dumanı tütmekte olan enkaz yığınları üzerine tırmanmaya başlarken Tekeliler tekrar mevzilerini aldılar. Ve şiddetli bir tüfek ve misket ateşi neticesinde Ruslar Tekelileri birinci hatt-ı müdafaadan geriye sürmüşlerdi. Gediğin içindeki ve etrafındaki muharebe, pek şiddetli ve meyusane bir boğuşma idi. Fakat öndeki muhacimler yere serildikçe derhal bir diğeri onun yerine geçiyordu. Bu esnada Hidrov sahte hücumunu hakiki bir hale kalb ederek duvarın cenup cephesini merdivenlemeğe muvaffak olmuştu.

     Rus zabitleri muttasıl ileri diye haykırıyorlardı. Tekeliler çadırlar ve kulübeler arasında meyusane, fakat pek cesurane harp ediyorlardı. En nihayet biçareler şark cihetine doğru sürülmüşlerdi. Skobelev, Lomakin’in yaptığı hatayı tekrar ederek onların ricat yolunu kapamamıştı. Fakat biçareler bir defa kaleden dışarıya düz ovaya çıktıktan sonra peşlerine Kazak sürüleri kudurmuş köpekler gibi saldırmıştı. On millik uzun bir yolda mızrak ve kılıç biçare mültecilerin kanını derin derin içmişti. Erkekler gibi kadınlar da ya ikiye bölünüyor veyahut mızraklanıyordu. Bu takip esnasında 8000 i mütecaviz Tekeli doğranmıştı.

     Bir sene sonra Skobelev bu miktarın sahih olup olmadığını sorulduğu zaman hiç sıkılmadan daha fazla olduğunu söylemiş ve 6000 cesedi kale içinde gömdürdüğünü ve 8000 den ziyade cesedin de ovanın on millik bir sahasında doğranmış olduğunu ilave etmişti.

     Skobelev bu kasaplığı Göktepe zaferinin lüzumlu bir unsuru olmak üzere telakki etmiş ve kendisinin bir kanaat esasiyesi olmak üzere de şöyle demiştir. –“Bence bir kaideyi esasiyedir ki Asya’da sulhun müddet-i devamı kesilen düşmanın adedi ne kadar çok olursa o kadar uzun olur. Onları ne kadar şiddetli yumruklarsak o kadar rahat dururlar.”

     On milden sonra takibe artık nihayet verilmişti. Bu müthiş günden sonra her iki taraftan da hiçbir tüfek atılmamıştı. Kabile reisleri içeriye gelip teslim oldular.

     Vahanın şark tarafında bulunan şehirler bila muharebe zabt olundu. Hülasa, Göktepe’nin zaptından bir ay sonra Skobelev, yanında hiçbir muhafız bulunmadığı halde bir ay evvel hasm-ı can olan Tekeliler arasında bila perva dolaşabiliyordu.

     Bu hakiki hikâyenin içinde düşünülecek pek mühim noktalar varsa da bunların en mühimi Tekelilerin zora karşı ve daha doğrusu kadere karşı gösterdikleri teslimiyet tamdır.

A.S.

İCMÂL

Bir haftalık vakayı berriyye ve bahriyye

<> <> <>

     Garp cephesinde: geçen haftaki icmâlimizde söylediğimiz veçhile 25 Eylülde başlayan Fransız – İngiliz taarruz-u umumisi 23 gün sonra hitam bulmuş ve birkaç gün sükûn ve istirahat ile geçtikten sonra bu hafta zarfında tekrar bazı mevakide münferit muharebeler vukua gelmiştir. Fransızların en ziyade Champagne’da hücumlarda bulunduklarına bakılırsa cephenin bu kısmına bilhassa atıf-ı ehemmiyet ettikleri ve taarruz umumi esnasında kazandıkları bir miktar araziyi hem elden kaptırmamak hem de mümkünse daha ziyade tevsi etmek maksadını takip eyledikleri anlaşılıyor.

     Fransızlar, haftanın ilk günlerinde bazı hücumlarda ufak tefek muvaffakıyetler elde etmişlerdir. Buna mukabil 31 Teşrinievvelde Bavyera kıtaatı Neville şimalinde bir taarruz icrasıyla 1100 metre tuluunda mühim bir siper işgal etmeğe muvaffak olmuşlardır. Aynı zamanda Champagne’ya da Tahor karibinde Almanlar bir harekât-ı taarruziye icra ederek haiz-i ehemmiyet bir mevkii mühimi ele geçirmişlerdir. Üç muhtelif cephe üzerinde kavi ve anud düşman ordularıyla çarpışan Almanların, garp cephesinde de semeredar taarruzlar icra edebilmeleri şayan-ı dikkattir. Her halde garp cephesindeki Alman müdafaayı taarruziyesi kemal-i muvaffakıyetle idare olunmaktadır.

     Şark dar-ül-harbinde: Bir taraftan Sırbistan seferinin başlaması, diğer taraftan mevsim-i şitanın takribi hasebiyle harekât-ı umumiyeyi taarruziyeden sarf-ı nazar edilmiş olan bir cephenin bazı aksamında Almanlar, bazı cihetlerinde de Ruslar taarruzlar ve mukabil taarruzlar icra etmektedirler.

     Tedrici bir ileri hareketiyle Donaburg şehrini ele geçirmek maksadını takip eyleyen Hindenburg grubuna mensup kıtaat şehir mezkûrun şimalinde cenubunda ve garbında icra ettikleri hücumlarla her gün gayelerine biraz daha yaklaşmaktadırlar.

     Prens Leopoldo da Baviera gurubu, yalnız işgal ettiği cepheyi muhafaza ile iktifa etmekte ve moskofların ara sıra vuku bulan hücumlarını tard eylemektedir. Esasen şark cephesinin merkezini işgal eden mezkûr gurup ile karşısındaki Rus orduları ale-l-ekser muhafaza-i sükûn etmektedirler.

     Linsingen gurubuyla Avusturyalıların bulundukları cenup havalisinde ise Ruslar daima taarruzlar, hücumlar icra etmekte olduklarından, hemen bila fasıla harp edilmektedir. Evvelki hafta zarfında Rus hücumlarını def ettikten sonra mukabil taarruza gecen Alman – Avusturya kıtaatı Chartorsk’un gurubunda ilerlemeğe ve Rusları tarda muvaffak olmuşlardır.

     Esasen, Rusların ellerinde daha mükemmel vesait, daha çok ve mual asker olduğu ve daha az yorgun bulundukları bir sırada Karpatlarda icra ettikleri taarruzatta muvaffak olamadıkları düşünülürse, şimdi ihraz-ı muvaffakiyet edebilmeleri ümidi, hiç yok denilebilecek kadar azdır.

     Avusturya – İtalya hududunda:  İsonzo nehri boyunda İtalyan taarruz-u umumisi kemal-i şiddetle devam ediyor. Birinci, ikinci, üçüncü İtalyan orduları yekdiğerini takiben Avusturya muvaziine karşı dehşetli hücumlarda bulunuyorlar. El-yevm Avusturya erkân-ı harbiye umumiyesi reisi olan General Franz Conrad von Hötzendorf’un İtalya hududunda kumandan bulunduğu sırada inşa ettirmiş olduğu istihkamat-ı müthişe ve teşkil eylediği Tirol avcı kıtaatı, İtalyan muhacimlerini tamamen kesr ve tevkif eylemektedirler. Mamafih İtalyan ordusu bu defaki muhacematında iyi şiddet ve cesaret göstermektedir. Harbin ibtidasında pek ziyade cebanet gösteren İtalyan askerleri, anlaşılan mürur-u zaman ile biraz barut kokusuna ve kan dökmeğe alıştılar. Mamafih, İtalyan taarruzunun, heyeti umumiyesi itibariyle yine tamamen akim kalmış olup yalnız Lana geçidi karibinde bir iki Avusturya ileri siperi İtalyan kıtaatı tarafından işgal edilebilmiş ve cephenin hücuma maruz olan diğer kısımlarında Avusturyalılar mevzilerini tamamen ve kamilen muhafaza etmekte bulunmuşlardır. Taarruz-u umumiyenin uzun müddet devam etmesi ve şiddet mahsusayı haiz bulunması ve üç ordu tarafından icra edilmesi hasebiyle her halde İtalyan zayiatının bu defa pek fazla olacağı tabiidir.

     Sırbistan seferi: Alman – Avusturya ordularını idare eden erkân-ı harbiyeyi umumiyenin en büyük mezayasından ve esrar-ı muvaffakıyetinden biri de düşmanlarını, hiç istemedikleri bir zaman ve mekânda harbe icbar edebilmeleridir. Garp cephesinde, şark-dar-ül harbinde olduğu gibi Sırbistan’da dahi öyle olmuş ve itilaf murabba devletleriyle peyklerinin hiçte istemedikleri bir zamanda Sırp ordularının imhası harekâtı başlamış ve tabiidir ki muvaffakıyetle devam etmekte bulunmuştur.

     Şimalde Von Makensin gurubunun iki esaslı kolunu teşkil eden Alman Generali Max von Gallwitz ve Macar General Hermann Kövess von Kövessháza kumandasındaki ordular, gittikçe sürati tezyit eden bir meşi muzafferane ile cenuba doğru inmekte devam etmektedirler. Valjevo – Milanovići zabt edilmiş, Krigoryevich’de düşman üzere bulunmuştur. Bu son mevkide Sırbistan’ın mühimmat ve bomba fabrikaları bulunduğu mervidir.

     Birinci Bulgar ordusunun sağ cenahı ile Orşova’dan Tuna’ya geçen Alman – Avusturya gurubu birleşmişler ve Tuna yolunu açmışlardır ki bu, Bulgaristan ve devlet-i Osmaniye ile düvel-i merkeziye arasında bir hatt-ı muvasala tesisi demek olduğundan son derece mühim keyfiyet teşkil eder.

     Bu sene hududunda Razgrad’dan taarruza başlayan ve Sırp ordusunun garptan şarka doğru hatt-ı ricatını tehdit eyleyen gurup ise Sırp toprağına girmiştir.

     Bulgar ordularının harekâtına gelince: Evvelki hafta zarfında yeni Sırbistan’da, Makedonya’da icrayı harekât eden ordu pek ziyade süratle ilerlediği halde, gecen hafta da General Kliment Boyadzhiev kumandasındaki ordunun taarruzu kesb-i şiddet etmiş ve sırasıyla Negotin, Zayçar, Kinajevic, Pirot tevkif kalelerini zabt ederek Niş’e tevcih-i taarruz eylemiştir. Bulgar kıtaatı el-yevm şehir mezkûrdan 30 – 35 kilometre bir mesafede bulunmaktadır.

     Denizlerde: Alman tahtelbahirleri bilhassa Adalar Denizinde düşman nakliye gemilerini batırmakta devam ediyorlar.

     Almanya’nın SMS Prinz Adalbert zırhlı kruvazörü 23 Teşrinievvelde Bahr-i Baltık’ta Libau karibinde bir düşman tahtelbahri tarafından gark edilmiş ve mürettebatından pek azı kurtarılabilmiştir. Mezkûr sefine 9000 ton cesametinde 21 mil süratinde 4 adet 21 lik 10 adet 15 lik 12 adet 8,8 lik topla mücehhez ve mürettebatı 587 kişiden ibaret idi. Rus donanması, 14 Teşrinievvelde Varna’yı topa tutmuş ve Bulgar sahil bataryaları tarafından mukabele görmüştür. Bu esnada iki zırhlının gark olduğu şayi olunmuşsa da muahharen başka tafsilat vürud etmemiştir. Tahtelbahirlerimizden biri aynı günde Karadeniz’in garp sahilinde Pantelemon sisteminde bir Rus gemisini torpillemiştir. Ve bunun üzerine bütün donanma Sivastopol’e firar etmiştir.

     İngiltere’nin Argil ismindeki 11000 tonluk 22,4 mil sürate haiz ve 4 adet 19 luk 6 adet 15,2 lik 20 adet 4,7 lik topla mücehhez zırhlı kruvazörü kayalara bindirerek mahvolmuştur.

     Çanakkale’de: Top ve tüfek ateşiyle bomba teatisi devam etmektedir. Türkuaz – Firuze ismindeki 390 – 450 tonluk 12,5 – 11,5 mil süratinde ve 6 torpile havi Fransız tahtelbahri Çanakkale’de batırılmış, mürettebatı esir edilmiştir.

     Pazar ertesi: 19 Teşrinievvel

     Abidin Daver

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.