DONANMA MECMUASI 128 / 79 10 Şubat 1916

DONANMA MECMUASI 128/79 10 Şubat 1916

Mısır’ın garp hududunu tecavüzle İngilizleri müteaddit musâdemâtta mağlup eden Senusi Kabail şecisinin, Senusi şeyhlerinin merkez idaresi olan El-Ceğbub şehrinde, cihad için tahşid ve içtimaileri.

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.
Merci donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daire-i mahsusa
Perşembe: 6 Rebî-ül âhir 1334 – 28 Kânûn-i sânî 1331 – 10 Şubat 1916
Numara; 128 /79

MİLLİ EDEBİYAT VE MARAZİ HADİSELER

     << veren>> Sanatın teşkilinden bahis ederken:

     <ilk edebi eserler, hangi milletin kalbinden doğmuş ise o cemiyetin ruhunu, hislerini duyuracak, mahzûz edecek bir kıyafettedir.> diyor.

     İptidai bir edebiyatın ne ruhta olduğunu gösteren bu satırlar, metreki bir edebiyat içinde pek çok değişmiyor, yalnız daha büyük, daha ulvi oluyor ki meşhur <Faki> bunu bize pek güzel ve aşikâr söylüyor:

     <<henüz tebbeler etmemiş bir edebiyat, sinesinde yetiştiği cemiyetin hayatını tasvir ettiği halde, zaman ile hakiki ve muazzam şeklini alınca cemiyetin nam ve şekli bir fotografisi değil, ruhunun ve mukaddes gayesinin ifadesi, beliğ ve ilahi bir hatibi olur.>>

     Bu satırlar okunurken, mütetebbiin ruhunun nazarlarına ilk mahzun levhasını tutacak şey, garip edebiyatımızın kuzah-ı çehresidir!

     Düne kadar serseri bir cereyan takip eden Türk edebiyatı, birçok şair kalemlerin endişeli ra’şeleri altında işlendiği halde, sırf hakikati görememek yüzünden, değil <Faki>nin söylediği gibi mebler bir şekilde, hatta <Veronun> dediği gibi ibtidai bir edebiyatın bile malik olduğu muhterem hasâisten mahrum, her şeyi yamalı bir ucube idi!

     Bir kere düşünelim, pek fakir olan irfan hazinemizin edebiyat gözünde ne gibi eserler var? İşte:

     Fuzuliler, Nedimler, Bakiler, Galipler, . . Sonra Hamidler, Cenablar, Fikretler. . .   Değil mi?

     Birinci silsile hakkındaki mütalaatımı tafsilen bir ikinci makalede söyleyeceğim. Yalnız şurada mücmelen söyleyim ki büyük ve rind meşreb <Nedim> in gösterdiği hakiki teceddüdü maalesef – bu son zamanlarda mesut bir kuvvet alan milli edebiyat cereyanını vücuda getiren tebcil ve takdise şayan kılmalar müstesna olmak üzere – hiç bir şairimiz gösteremedi!

     Edebiyatımızın çehresinde bugün üç esas hat var:

     1 – Dönekler <Ediba-i cedide ve gayrileri>

     2 – Bugünküler <Milli edebiyatçılar>

     3 – Arta kalanlar <Ki bu iki zümrenin arasındadır> Türk edebiyatının pek çok kıymettar bir rüknü olan en mühim hikâyecilerimizden Ömer Seyfettin Beyin <Turan> ın sütunlarında izah ettiği edebiyatta <artta kalış> “Survivant” meselesi hemen herkes tarafından yanlış anlaşılmış! Üdeba-i cedide den bazıları bu artta kalanların kendileri olduğunu zan ile gözlerini bürüyen kırmızı bir hiddet içinde bağırmışlar. Kabul etmeyiz!

     Hâlbuki Ömer Seyfettin Beyin fikirleri pek zavallıca tefsir edilmiştir. Üdeba-i cedide bugün <<Tekmil enfâs-ı hayat>> etmiş bir zümredir. Artık onların edebiyat ile bir münasebetleri olmadığı gibi, edebiyat tarihinde de ehemmiyetli bir mevkileri yoktur. O halde artta kalanlar kimlerdir?

     Artta kalanlar <Zerdüşt>, <Akropol>, <Serap> şairleridir. Evet, bunlar belki bir müddet daha ellerindeki rebabın tellerinde:

               Elinde cennet açan zinda ve sana dört bin dost

               Aşıpta Farsa varmıştı ihtiyar Zerdüşt

     Veyahut:

               Bırahma bırahma

               Cihana bal açan hema

               Cihanı halik eden de sen

               Bırhma bırahma!

     Gibi mecnun sayhalar yaşatabilecekler, belki bir müddet daha:

               Yakmış perili ormanı baran necm ve nur

               İnmiş ziya sütunları altın havuzlara

               Rüya aba nakış olan elmaslar birdua

               Yakıt çiçekli dallara bir katre şiir okur!

     Ahenkli şu:

               Miyan şulede billur mabedinden o çar

               İner diler şefikin sinesinde bir havuza

               Yağardı fıskiyelerinden demet demet püse

               Düşerdi zülf-i miyaha esir zambaklar!

     Gibi kalbimizin kulaklarına hiç biri söylemeyen boş ve kâzib parıltılı sözlerle edebiyat namına gürültüler yapacaklardır, fakat sonra? Bu günkü cereyana gelince:

 

     Yeni cereyan <içtimai vicdan> dan doğmuş bir <gaye> bir <mefkûre> nin en mühim ve esaslı yoludur! Bu kutsi emel cemiyete dayandığı için katiyen böyle küçük ve ferdi mânialardan yılmaz; Pek yakın bir atide bu, boş ve yalancı nağmelerin sahipleri ölüm mabedinin siyah ve çürük eşiğine başlarını koyup oyacaklardır.

     Bugün yeni bir hayatın kapısındayız, bu yeni hayat yeni cereyanlardan doğuyor ve yeni büyük hadiseler yapıyor! Yalnız bu yeni cereyanların kuvvetle ve geniş bir serbestiyle hayat göğüne yükselmesi için eski ve köhne kanunlar altında ki gösterişlerin tamamen yıkılması lazımdır. O halde bize düşen bir vazife var ki o da <içtimai vicdani> tetkik ederek <marazi / pathologique> ve <aslı / normal> hadiseleri yekdiğerinden ayırıp marazi olanların ölümünü tesri’ etmekten ibarettir!

     Üdeba-i cedide ve açtığı çığır niçin beka bulmadı?

     Üdeba-i cedide ve açtığı garbı taklit çığırı bugün yaşamıyor, çünkü:

 

     Bi kere nazımda eski şekli darlığı bozmak ve saniyen edebiyatımıza, pek mühim olan temaşayı ithal etmek gibi büyük hizmetlerde bulunan üdeba-i cedide yazılarının başlarından garbın şapkasını atamadı. Ve yazıları kalbimizin çarpışlarına cevap verecek bir dost, bir ruh aşinası olamadı! Gerek lisanları, gerek mevzuları <lisanı vicdana> <içtimai vicdani> tamamen muhalif, onlardan ayrı musanna ve sahte idi!

     Bunlardan, mesela üdeba-i cedidenin en mühim şahsiyeti olduğu iddia edilen Tevfik Fikret Bey merhumu alalım, <Rubâb-i Şikeste> yapraklarını çeviriyorum:

     Küçük aile, Yağmur, Kılıç, Şehitlikte, Bahar, Hazan, Yaz, Kış, Hasanın Gazası…

     Fransızca “recueil de poesies” ler vardır ki, böyle içinde bir kır gezintisinin bir gurubun bir gecenin… ilh. Tasvirleri vardır, işte Rubâb-ı Şikeste’de böyle bir eserdir ki lisanı bizim olmadığı gibi kalbi de bizim değildir!

     Mesela küçük ailede şair ne diyor:

               Ev yeni bir mihmâna tahammül edemezdi,.

             Bir fazla tabak sofrayı bir dağ gibi ezdi.

     Düşününüz bir kere, bir okka ekmeğin tedariki endişesiyle kalbi boğulan bir zavallı fakirin, acaba sofrasına bir kâse çorba konarak herkes ondan mı yer, yoksa onlarında ayrı ayrı tabakları mı vardır da gelen misafirin önüne de bir tabak konuyor ve bu tabak sofrayı bir dağ gibi eziyor!

     Dedim ya, alafrangalık!

     Sonra, ruhen en çok Türk olması lazım gelen Hasanın Gazasına, Kılıç, manzumesine bakınız ve dikkatle okuyunuz ne kadar bize yabancı ne kadar bizim değildir!

     Artta kalanlara gelince:

     Onlarda – belki biraz ayrı olmakla beraber – üdeba cedidenin gittiği yere doğru gidiyorlar ve tabii aynı siyah netice onları da bekliyor. Yalnız artta kalanlarla üdeba cedide arasında mühimce bir fark var ki, o da şudur:

     Artta kalanlar, edebiyatta gayet büyük bir mevki olan esatire ehemmiyet veriyorlar yalnız ne yazık ki bunda da hata kuyularına düşüyorlar ve kimisi Akropol’e kimisi de İran’a gidiyor!

     Hâlbuki bizim de esatirimiz, efsanelerimiz var. Bunu muhterem Ziya Gökalp Bey Efendinin Harp Mecmuasında intişar eden Altın Işık, Savaş nam manzumesi bize pek güzel gösteriyor. Ve bu yalnız bir tane değildir daha aynı cinsten aynı muhterem üstadın pek çok manzumeleri var.   Ergenekon, Ala Geyik… ilh gibi.

     Altın Işık, bence bir manzume değil pek büyük bir kitaptır. İş ondan istifadeyi bilmekte!  

     Bugünküler, yani milli edebiyatçılar, hayata adımlarını pek yeni attıkları halde muvaffakıyet tacını alınlarında çok çabuk gördüler! Neden mi diyorsunuz?

     Çünkü milli edebiyatçılar, lisanı vicdani tetkik ettiler ve lisanı şiveye yaklaştırmak için uğraştılar, muvaffak da oldular ve hakikati gördükleri, muvaffak oldukları içindir ki, pek nurlu, pek güneşli bir hayat yaşayacaklardır!

     Artta kalanlara ise, yakında siyah bir mezar sükûtu korkunç yüzünü buruşturarak acı bir kahkaha ile gülecektir:

     Artık sizi sukuta davet ediyorum çocuklar! .. Ne yapalım aldandınız! …

               Kadıköy: Edhem Cemil.

HASRET YILI

     Dalgacıklar güneşin son ziyalarıyla parlamış; Marmara, sathında ateş böcekleri kaynaşan gece kırlarını andırıyor. Akşam işte böyle, sarı, mor ve turuncu; sarı, mor ve turuncu renklerin birleşerek binlerce huzmeler yarattığı derin ve büyük semalardan inerken, karşı dağ, sakin ve duru denize haykırdı. Bir zaman kıyıların şapırtısı musikisini kesmişti.

     Aksi seda o bağırın sese cevap veriyordu.

     – Cenkçiler: Ak çağlayanların yanına gidiyor. Orada şu kırmızı güvercinin yavuklulardan getirdiği mektupları okuyalım. İçinde yosma Ayşelerin göz ve gönül yaşlarıyla dürülmüş, hala, miskle amber kokan acıklı nameler yazılı. Yosunlaşmış kollarını, döndükçe, ırmakta yıkayan ihtiyar değirmenin hıçkırıklarını bile işiteceğiz. Geliyor musunuz?

     Ve bir vakfe-i hayat oldu. Her şey deniliyordu. Yalnız, geç kalan hitabeler, ihtizazlarla, denizin üstünde süzülerek, atlaya atlaya suların buruşuklarından, buruşukların aralarından, ufuklara çarptı. Gök alçalıyor, güneş uzaklaşmıyor; Güya tepeler bulutlara, ovalar kırlarda gözlerin takıldığı yerlere sürükleniyordu.

     Boğumlu ve acib Haziran günün akşamında yahut gecesine uzanan kollarında üç delikanlı, tepenin eteklerine yaklaştıkça, birbirine sormadan niçin? Hiç bilmeden teellümsüz ağlıyorlar.  Ağlıyorlar gibi!

     Alaca karanlık yeşil dumanla burulu, kederle çevrilen göz kapaklarına benziyor. Ki şişik, İstanbul’un fevkinden mütemadiyen aktı. Bağdaş kurup çalılarla kaya parçalarının sıklaştığı bir yerde oturdular. Onbaşı mektubun birincisini kırmızı güvercinin gagasından aldı.

Yenbu’ul-bahr şubemiz heyet-i idaresi

1 – Şube reisi karantina başkâtibi Muhammed Arif. 2 – Azadan mevki kumandanı Yüzbaşı Mehmet Ali. 3 – Azadan Jandarma kumandanı Yüzbaşı Recep. 4 – Azadan ve sandık emini liman reisi mülazım evvel Hüseyin Hüsnü. 5 – Azadan ve kâtiplik vazifesini ifa eden sıhhiye komiser muavini Ziya Bey.

Birinci mektup:

     Bu yıl? Bu hasret yılının uzunluğu bana yaz günlerinden kısa göründü. Vakitlerde bir vakit gelip, seni göreceğimi düşünerek, sabahları ümit ile doğan ömrüme, acılarımın arasında, bir de, neşe vermek istiyorum. Bilirsin ki, ben herkesten evvel uyanırım. Pencere yatağımın başucunda. Esmerleşmiş perdelerin kenarından, onları açmağa korkarak, açsam hiç beklenmeden sanki senin, bahçelere doğru: Tarlaya gittiğini göreceğim. Yavaşça dizlerim bükülür. O demler benim en tatlı, sevimli konuşan arkadaşlarımdır. Dallar bazı geçen sefalı seneler hatırımda. Bahtiyar başı kucak kucak kahkaha çiçekleri dolu, birden kımıldandı mı? Kendi kendime ekseriyetle sebepsiz gülerim. Bunun için, genç kızlar, bana âşık diyorlar. Hakları da var. Tadılmamış sevinçleri, onlara ne kadar anlatsam, tanımadıkları, şekli tuhaf kokusuna yabancı olarak, yenmesi özlenen meyvelerden lezzet alamayanlara ne söylenir? Bahsi çekerek uzatırlar. Arada, bizim gürültülerimize yaşlılar da karışıyor. Aman ötekilerine ise? Lakin şu gam içen, gezdiği tarafları beraberinde ölüm götüren ihtiyarlar? Onlara da bilmem ki ne oluyor? Allah’a tevekkülümden mi? Galiba. Aramızda anılırken, uzak yakın akrabaların hepsi firkatine saatlerce gözyaşı döktükleri halde garip, çok tuhaf bir şey. Ben bir türlü içimde sana dair ateş ve keder duyamıyorum. Sabırlıyım. Herkese ferahlı görünmek hoşuma gidiyor. Yoksa unutulmadık. Eğer aklına böyle fena bir fikir gelirse, artık öldüğüme inan! Yüz sene yaşayan çınarların işitmediği bulunduğumuz şu büyük senenin serdengeçtisi kitaplara geçirilirken, onu yazanlar Türk haremlerinin büyüklüğünden bir nebze söyleyecekler, elbet! Size sevgililerin, babaların ve ninelerin, <ağlıyorum, hastayım> demesi, nice şeriatın hiç af etmeyeceği bir günahtır. Hem hangi sebeple? Gelip gözyaşlarını mı sileceksiniz? Gördüğünüz değerli işlerden vaz geçip, daha bütün hizmetleri başaramadan, padişahın emrini yoksa bu düşüncesizlerle mi değişeceksiniz;

Yenbu’ul-bahr müdafaayı milliye heyeti.

Öyle mi, zan ediyorlar? Ama ana imiş. Şüphesiz üzülür. Zararı yok. Bir senelik, olmasın da üç.   Hasret kalmaktan ne çıkar? Bizi merak etme, hiç etme. Rahatız, senin vaktinden iyi geçiniyoruz. Zevâl bulmasın, devletimiz her eksiğimizi veriyor. Geceleri kalkıp ta nineni tespihi elinde, boynu sarkmış, kıbleye karşı görünce, seviniyorum. Burada bulunsak, ikimizin yarı geceden sonra, senin için ah nasıl temiz bir kalple şey. Şehitlikler dilediğimizi görürsün.

     Ya gazi gel yahut Allah’a git! Bize bunların ikisini yapmadan kavuşmak fikrini güdenler varsa, onlara söyle; Haykır, işittir.   Bak ne söyle? Biliyor musun? Anadolu şehitlerin anası. İşte o kadar.

     Demir büyüyor. Odada yalnız kalır kalmaz, kapıya emekleyerek sokulur. Ta aşağıda kulağıma gelen çığırışları, of yüreğimi yakıyor.

     Baba, baba.

     Mektuplarını eksiltme.

         El-malûm zevcen.

<o> <o> <o>

     Onbaşı zarfla kâğıdı büküp, katladı.   Mustafa çocuklaşmış, gülüyor. Hemşerilerinin tebriklerine cevap veriyordu. Hareminin vatan muhabbetinden göğsü şişmişti. Arkadaşları da, birkaç defa, âşk olsun! Dediler. Tam Türk, helal süt emmiş. Fakat aynı zamanda kendi mektuplarının muhteviyatı, Mustafa’nın kine benzesin, diliyorlar. Uzanan tabakadan birer sigara sararak, onbaşıyı dinlediler.

     Çeneleri avuçlarına yerleşmiş, zaman zaman, göz kapakları süzülüp, titreyip örtülüyor. Ali Çavuşun içi geçiyordu.

     Havada insanı tatlı uykuya çeken bir gevşeklik vardı.

<o>

İkinci mektup

     << . . . . Şükür Allah’a, biz sıhhat ve afiyet üzereyiz. Senin ayrılığından başka kederlenecek bir şeyimiz yok. Memleket pekiyi, her şey ucuz. Hatta vaktinden fazla. Buralarını sana hikâyeye kudretim olsa. Bildirsene ile bu yolun farkını yazacağım.

     Ekinin geçen senelere benzemediği civar köylerden işittiğimiz haberlerden anlaşılıyor. Başakları sırma saçaklı buğday tarlaları, tepedeki üç gözden fıkırdayan peykare kadar genişledi. Hani, bildir asmalar daha koruk vermeden kurumamış mı? Kurumuştu, ya! Öyle değil mi? Hâlbuki sen gideli. . Kaç ay; Baksana bizim bağ nerede ise kemale erecek. Hem kemale ermek üzere. Ah, bir gelsen; Gel de, bak. Böyle bereket senesini hiç hatırlayamazsın. Tutuna tutuna ırmağa hatta çok yerlerde şimendifer yoluna sarkan sık taneli salkımlar, annesinden yeni doğmuş sarı kıvırcık tiftiklere benziyor. Vâkıâ İstanbulluların dediği pek doğru: sanki Anadolu’da her şey güzel ve taze. . .   Diz boyuna çıkan meralar, derinliğinde gözleri kayıp eden korulardan ziyade, her vakit yeşil ve körpe! Sabahtan gün dönümüne değin, bilmem kaç çeşitli kayalarda çobansız dolaşan sürüler ağıl vakti arkalarında uzun bir çıngırak izi bırakıp, aynıyla pamuk yığınları gibi, gelir. İşte bu sırada yolun kıvrımında sevgililerini gözleyen nişanlılarla, nikâhlılar görünmeğe başlar. Bütün sedaları yanında ki gezenlere ağla diyen köy akşamlarında gönül bir parça dökülmeden, rahat edemiyor. O anda başörtülerin yavaşça buruşan yüzlere indiği ve çevrelerin dudaklarda ıslandığı sezilir. Fakat emin ol ki onlar ağlamaz. Belki ancak boğazlarını yakan hıçkırıkları okşarlar. İki defa gülmenin yalnız bir defa yüksek sesle yas tutmağa bedel olduğunu bilmesem, kederimden kahkahalar salıvereceğim. Fakat?

     Sana harçlık yolladıkdı. Aldın mı? Cevap ver.

     Onbaşı bıyıklarına süzülen yaşları siliyor; Biri içinden konuşuyordu. Nihayet son zarf açıldı.

     Bu iki sahifesinde beşâret haberini taşıyan kırmızı boya ile yazılmış bir mektuptu. Onbaşı yüksek ve alaylı söyledi:

     – Ali Çavuş, müjde, bir oğlun olmuş.

Hepsi gülüşerek, tekrar ettiler.

     – Müjde, müjde isteriz.

     Ve bir meserret şakası yapıldı. İtişiyorlar. Birbirlerini kollarından, omuzlarından çektiler, bıraktılar. Ali Çavuş dalgınlığından ayıldı. Konuşulanları layıkıyla işitmemişti. Ve bilmeden onlarla gülünürken güldü. Sevinirlerken sevindi. Bunu müteakip zarfı dizine koyan onbaşı Ali Çavuşa yandan bakarak, latife yapıldığını ihsâs eden yüksek sesle mektubu okumağa başladı.

Bahr-i Ahmer cihâd-ı ekber: kumandanlar ve meşaih ve kaymakam teeyyüd uhuvvet ederlerken.

Üçüncü mektup

     – Dinle Ali Çavuş. Fütüvvetlü olduk. Bak, ne diyorlar?

     Fütüvvetlü Çavuş;

     <<. . . . . Bir oğlun dünyaya geldi. İsmini Özer koyduk. Tıpkı sen kaş göz hepsi. Bize ahvalinden bildirmediğin için, doğrusu, bu ara sevincimizi anlayamadık. On gün evvel yolladığın kâğıt, besbelli acele yazılmıştı. Saysak yirmi satır çıkmayan mektubunun yarımından fazlası, eş ve dosta gönderilmiş selamlardan ibaret. Yalnız bir yerinde bana soruyorsun ki:

     Söyle, Nigar, yine ırmaklar akıyor, kuzular meliyor mu? Çocuk musun? Hiç ırmak olur da akmaz mı? Kendisine bağırdığı tepelerden hep o kelimelerle ses veren sedasını bir daha işitmek isteyen insanda sedasını bir daha işitmek için ne tuhaf arzular vardır? Seninle böyle kaç nöbet, durup durup da haykırmıştık. Üç ayına girmeden anneleri şehirdeki dükkânlara gönderilen annesiz kuzular melemez mi? Melemez mi ya? Beni hakikaten üzüntülerle hırçın yapan şeylerden biri de işte bu. Anne ve kuzu meselesidir. Tam sevecekleri, tanıyacakları hengâmede ikisini ayırıp, ayrı bulutlar altında onların dertlerini anlatamayacakları taşlara me, me, diye söylenmeleridir. Bu hayvancıklar kadife mühürlü ağızlarını uzatarak, insanlardan aciz, siyah gözleri yaşla dolu, inlemezler mi? Diye sorduğun ırmaklarda böyledir. Suyun çağıltıları eski şarkıları söyler. Ben kendimi unuturum. O zaman elbette bir şey duyulamaz. Irmak var mı, yok mu? Kuzular yine yine meliyor mu, bilir miyim? Dün akşam yayıkları bitirir bitirmez, kızlar toplanıp kıra gittik. Yol tenha, gün ovanın bittiğinde kırmızı bulaşmış, artık düşüyor. Göğsünü haşarı atlara döğdüren Haymana uçsuz bucaksız karalara bürülü, fakat karşı bulut öbeklerine bitişmiş oradan ileriye gidemiyor. Yuvalarına son kalan serçelerin telaşı da ne kadar acıklı. Hepimiz çalılara yaklaşarak, seyirlerine daldık. Öpüşüyorlar. Kanatları açılıyor, titrer gibi, düşecekleri gibi. Tutundukları dalları sarsa sarsa çığlıklarla çığrışmaları zevkli bir şey. Yanımdakiler, ileride ortalık rengini atmış, omuzum bildiğin, ilk bileştiğimiz ağaca dayalı öyle çok mu kaldım, acaba?

   Sağlığına duacıyım. Silahınız için gece gündüz tanrıdan şeref diliyoruz. Özer yolunu beklemede.

<<o>>

     Ay şimdi İstanbul’un üzerinden çıkıyordu. Koyu gölgeler dolaşan ovada esatirin dokuz ve on iki başlı tunç kahramanlarına eş, üç cenkçi demin geldikleri tepelere tırmandılar.

     Söylenen şarkıyı, bir anda ve bir ağızdan kayıp oluncaya kadar tekrar etmişlerdi. Dalgalar, mehtap ve bu tarihte alevlenmiş kıp kızıl aşan gülleler de haykırıyordu.

     – Kusurlar hep ırmak olmuş akıyor. Anadolu, Anadolu yeşil göğsün şehitlerin gazilerin kucağı.

     Ankara: istasyon oteli

     Haziran 1330

     Hakkı Muhsin

Bahr-i Ahmer Cihad-ı Ekber: Yuksek bir cebele tırmanmak müsabakasında kazanan akıncı sipahi bölüğü efradı ve kumandanları.

    

SLAVLAR

2

     Osmanlılar Rumeli’ye mürur etmelerini müteakip cenubi Slavların iki şubesiyle temas ve müsademede bulunmuşlar ve zaman geçtikçe sırasıyla diğer şubelerle de aynı münasebete girmişlerdir. Müverrih Mösyö Dani’nin Slavlar hakkında serd ettiği, Asya’dan gelen akvam-ı müstevliye muhacematına karşı Avrupa’nın pişdarı sıfatını takınmışlardır. Kavli, umumiyet itibariyle bize de racidir. Maa haza bu pişdarlık sıfatı, mütekabil bir vaziyet olmak üzere Türklere de nasip olmuştur. Avrupa’dan Asya’ya vuku bulan istilalarda Türkler İslam’ın ve dolayısıyla Asya’nın pişdarı idiler. Kudüs’ü İslam’ın elinden almak ve doğrudan doğruya kuvvet-i İslam’a taarruz etmek maksadıyla Avrupa’da papaların himayesi altında olarak teşkil etmiş olan ehl-i salib’in ilk muhacemat meşhuresi. Cenab-ı Osman evvelin ilan-ı istiklal eylediği 699 sene-i hicriyesinde iki yüz yaşını geçmiş olduğu halde henüz müeddasını kayıp etmemiş idi. Asya bu tarihten iki yüz sene mütecaviz bir zaman evvel (1096 – 1099) Pierre l’Ermite namında bir ruhani-i mutaassıbın teşviki ve Urbain II ismindeki bir papanın muavenet ve himayesi ile birinci ehl-i salib ordusunun karadan İstanbul’a gelerek Anadolu’ya geçtiğini. Selçukilerden Kılıç Aslan’ın ordusunun mümanaatına rağmen Suriye’ye kadar girerek orada Musul sahibi Kerboğa, Demişk sahibi Dekak, Tuğtekin Ata Bey gibi ümerayı İslam’ın müdafaasını kesr ile Urfa, Antakya, hatta Kudüs’ü zapt ettiğini idrak eylemiştir. Geçen Balkan harb-i meş’umunu takiben meydan-ı intişara çıkan ve bizim için pek mühim bir ihtarname hükmünü muhriz görünen asar-ı tarihiyye meyanında Romanya müşammayer müdekkikinden [ Mösyö Trandafir G. Djuvara’nın “Türkiye’nin Taksimi (paylaşılması) hakkında yüz proje” Gündoğan yayınları ] nam eser Avrupa’nın papa ikinci silvester [II. Sylvester] zamanından yani 1002 tarih-i miladiden beri bu nevi tasmimat ve fîiliyette bulunduğunu bize irae etmektedir.

     Osmanlıların Slavlarla ilk temas ve müsademesi 866 – 1363 senesine musâdif ve istiklal-i Osmaninin altmış altıncı senesiyle Rumeli’ye mürurumuzun sekizinci senesinde vakidir. Fransa erbab-ı kaleminden meşhur Alber Sorel’in “Şark meselesi, Türklerin Avrupa’ya girmeleriyle başlamıştır.” Hakikatinin mehâzî olmak lazım gelen bu temas ve müsademe tarih-i Osmanide [Sırpsındığı] namıyla maruf vakadır. Her ne kadar sekizinci ve son ehl-i salib hücumunun zaman vukuundan bu ana kadar bir asra karib bir müddet geçmiş idiyse de yine papaların ehl-i İslam aleyhine teşvikat hasmanesi münkati olmamış idi.

     Diğer taraftan Edirne’nin zaptıyla beraber Türkiye kıtasından ekserinin yed galebanemize geçmesi Osmanlıları Bizans İmparatorluğundan maada Bulgar ve Sırp namları altında müctemi cenubi Slav hükümetleriyle karşı karşıya bulundurmuş ve papa V. Urbanus’a ağız açtırmış idi. Mumaileyh de tıpkı eslafından II. Urbain gibi ehl-i salib muhacematının ikinci devresini açmak istiyordu. Muvaffak oldu. Geçirdiğimiz felaketlere nazaran ilk Balkan ittihadı da bu esnada vukua geldi. Çünkü altmış bin kişilik bir ordu üzerimize yürüyordu. Bu orduda:

     Macar kralı Louis D’Anjau, Cenubi Sırbiya Prenslerinden Vaucachine, Cenubi Sırbiya prenslerinden Ougliecha, Bosna kralı Tvertko, Bulgar çarı Sichman, Ulah Voyvodası Mirce.

     Bulunuyorlardı. Tafsilatı bizim tarihlerden ziyade Tevarih-i ecnebiyyede mestur olan Sırpsındığı vakası kumandanlarımızdan Hacı İlbey gibi kâr-şinâs bir serdar âlî-tebârın dört bin süvari ile icra ettiği bir gece baskını neticesidir. Koca ordu muzmahil oldu. Sırp prensleri firar ederken Meriç nehrinde boğuldular. Macar kralı cihet-i halâsını boynunda asılı duran tasvir merime atıf ederek Macaristan’a avdetinde Mariazul namıyla bir kilise bina ettirdi. Sırp kralının oğlu Marko arz-ı inkıyad etti. Görülüyor ki Osmanlılar bu vakada Macarlarla da ilk defa müsademe etmişlerdir.

     766 tarihinden 790 tarihine kadar geçen vaka meyanında bütün Bulgaristan, Sırbiye ve Bosna istilaları mevcuttur. 791 de ser-zede-i vuku olan Kosova muharebeyi meşhuresinde dahi Sırp kralı Lazar başkumandan bulunuyordu.

     Kuvveyi mevcudeler Sırp, Macar, Ulah, Boşnak vesaireden mürekkeb idi.

     Yıldırım Bayezid’in Niğbolu muzafferiyeti Osmanlılar üzerine saldıran üçüncü ehl-i salib zümresinin mağlubiyetini ve aynı zamanda Balkan şibh ceziresinin ikmal fütuhatı mübeşşerdir.

     Rumeli’nde Timurlenk vakasından evvelki vaziyetimiz hemen şöyle idi:

     Şimalen Tuna nehri ile mahdut, Vidin’den geçen bir hat mevhum Kosova’ya kadar geldikten sonra garba tevcih ederek Tesalya’yı, şarken İstanbul surlarıyla Karadeniz sahilini muhit.

     İşte 766 dan 790 a kadar mürur eden 24 sene zarfında Bulgaristan, Sırbiye, Bosna, Teselya gibi Slavlığın cevelân-gâhları istilamıza maruz kalmıştı.

<<o>>

     790 da (1388) Bulgaristan hatme-i istiklalini gördüğü gibi Sırbiye dahi Macarlardan bunca muavenet ve imdat görmüş olduğu halde 927 de Belgrat’ın yed galabeyi Kanuniye intikaliyle son nefesini almış idi. Maa haza şu iki tarihin arasında bizim için en ziyade şayan-ı dikkat ve münasebat-ı hariciyemiz namına fevkalade calib-i ehemmiyet olacak bir vaka vardır ki o da Ruslarla ilk muharebeyi siyasiye ye giriştiğimizdir.

     Bu vaka 797 seneyi hicriye ye ve Bayezid Sânî ahd saltanatına müsadiftir. O tarihte Ruslar Moskova çarlığı namı tahtında müctemi idiler. Çar üçüncü İvan Rusya’da bulunan Prenslerini birleştirmiş ve Nogorod ile Kazan şehrini dahi zapt etmiş idi. Üçüncü İvan’ın Kırım hanı I. Mengli Giray vasıtasıyla tesis-i münasebata çalıştığı muhakkaktır. Hatta 31 Ağustos 1492 tarihiyle Moskova’dan Bayezid Sânî’ye yazdığı namede henüz tarafından sefir azam edilmediği ve Fatih Sultan Mehmet han zamanında berây-ı tebrik elçi gönderilmek arzu edilmiş ise de müşarünileyhin vefatıyla bu emniyetin kuvveden fiile çıkamadığı, Rus tacirlerinin memalik-i Osmaniye ye gidip gelerek alış veriş etmedikleri. Fakat Azak ve Kefe (Carfia) deki Rus ticarinin duçar-ı gadr ve i’tisâf oldukları, Rus tacirlerinden biri hasta olursa kâffe-i emvali temehhür edilerek hin-i vefatında cümlesinin taraf hükümetten zapt olunduğu. Azak paşasının Rus tüccarını hendek kazmağa ve taş taşımağa sevk eylediği. Neticede ise tarafeynin sefir-i azam eylemeleri mütemenni olduğu mezkûrdur.

     Elde bulunan malumata göre İstanbul’a ilk defa gelen Rus elçisi Mişel Belsetçiyef namında bir müteazzım ve mütekebbir kimsedir. Tarih vürudu 900 senesine müsadiftir. Mişel Belsetçiyef Rus serbest ticaretini müzakere maksadıyla gelmiş ise de; vezira tarafından verilen ziyafetlere, ne o zamanın adet tekrimiyesinden olan elbise-i fahireye, ne de ikamet masrafı

Vehib Paşanın Hicaz demir yolu vagonunda alınan bir resmi.

Cihad-ı Ekber yolunda: Bahr-i Ahmer’de kafile-i mücahidin hareket ederken.

Olarak taraf-ı devletten verilen on bin dinarı kabul eylemediğinden Bayezıd Sânî muğber olarak taraf-ı hükümetten Kerim Hana yazılan kâğıtta.

      – Dostluklarını kazanmak istedikleri Rusya kralının kaba bir elçi gönderdiği ve bu sebeple avdetinde beraberinde hiçbir memurun Rusya’ya gönderilemeyeceği.

Fıkrası derç edilmiştir.

     Bu münasebeti takib eden vakayı tarihiyeyi ve müsadematı burada tafsile hacet bu kadar. Rusların Osmanlıların hasm-ı cânî olmak üzere tarihimizde ne suretle temessül ettiklerini bizimle beraber bütün cihan da bilir.

     Polonya ile olan münasebatımıza gelince asar-ı acizanemden tarih-i Osmanide diyoruz ki:

     İlk münasebet Leh hükümdarlarından III. Władysław ile Sultan Murad Sânî zamanındadır. Meşhur Macarlı kumandan János Hunyadi Polonya hükümetine tabi idi. Malum olduğu üzere Sultan Murad Sânî, defaat ile János Hunyadi’ın karşısında çekilmeğe mecbur olmuş ve bilahare saltanattan dahi feragat eylemiş idi. 848 senesi rebî-ül-âhir’inde Segedin’de Sultan Murad Sânînin adamlarıyla Polonya ve Macaristan kralı Wladyslaw arasında bir muahede akd edilmiş ve bunda Sırbiyenin kral George Brancovic’e iadesi, Eflak kıtasının Macaristan’a ilhakı ve Konubica muharebesinde esir düşen damat şehriyari Mahmud Çelebi’nin fidye-i necatı olarak devlet-i aliye tarafından 70000 duka altını yani 805000 frank ita etmesi şart kılınmış idi.

     Wladyslaw bilahare yine Sultan Murad Sânînin galip geldiği Varna muharebeyi azimesinde ihtiyar yeniçeri Koca Hızır tarafından kellesi kat edilerek mızrak ucuna nasb edilmiştir. Leh krallığı bu muharebede evrak-ı muhimmeyi hükümeti kayıp etmek suretiyle büyük bir zarar maneviye uğramış ve Wladyslaw namı Varnalı kalmıştı.

     Osmanlılar ta Bayezid Sânî zamanında Varşova’ya girmişlerdir. 899 senelerine doğru Lehistan kralı Jan Albert, Karpat dağlarında kâin Lakokçada komşusu bulunan bazı Hristiyan Prenslerini davet ederek Osmanlı ordusunun istilayı muhtemeline karşı ittihaz-ı tedbire kalkıştı. İki sene tedarik gördüler. Buğdan voyvodası Ötiyen’de bu ittifaka dâhil oldu. Fakat hin-i muharebede ayrıldı. Lehistan ordusu Bukovinde duçar-ı hezimet olarak Bayezid Sânî tarafından verilen emir üzerine Malkoç zade Ali Bey kırk bin kişi ile Tuna’yı ve Eflak askeriyle beraber Dinyester nehrini bi-l-mürur Podolya ya girdiler. Çarlokof, Kologori, Galemiyaniyi zapt ettikleri gibi Leopold, Sandemir şehirlerini de cizyeye bağladılar Radum, Birzezini şehrini tahrip ve Varşova’yı kısman yağma ettiler.

     Arz ettiğim şu vakayı bizim tarihlerimizde mevkuttur. Lehliler ile Osmanlılar arasındaki münasebat tarihiye yi taharri eylemiş olan bir eserde deniliyor ki;

     Sokullu’nun Bahr-i Siyah ile Bahr-i Hazar arasında kanal hafri tasavvuru dahi Karadeniz’e doğru ilerlemek istidadında bulunan Ruslara karşı bir sed çekmek idi. Şu halde merhumun Rus harekât ve tevsimatına vakıf olduğu anlaşılıyor. Maa’l-teessüf yine tarihlerimizde müşarünileyhin vukuf cihetini gösterir harf vahid muhriz değildir.

     İşte Slavlarla bizim münasebatımızın mebadisi, zapt vekayede meşhud olan ihmal ve tesâmuh ile oldukça karanlık kalmıştır. Badema yazılacak olan tarihlerimizde bu nukad mazlumenin tenviri muktezidir. Biz buud mücerredde kalmış bir millet değiliz ki münasebat-ı âlemde ahz ettiğimiz ilk vaziyetler böyle mübhem dursun. İtikadımca milli tetebbularda bunlar dahi esas olmalıdır.

     Osmanlıların Asya, Avrupa, Afrika tarihlerinde gayetle vasi, gayetle mühim mevki tutmuş oldukları 699 dan bu ana kadar mürur etmiş olan 635 seneden beri dünyanın bizimle uğraşmasından anlaşılmaktadır.

     Balkan muharebe-i zailesi bile Rusya ve İngiltere’nin ve talik hasebiyle Fransa’nın idare ettikleri bir ehl-i salib hücumu ayrı. Şu halde bâlâde muhriz Alber Sorel’in kavline bir de ehl-i salib ilave ederek:

     Şark meselesi, Türklerin Avrupa’ya girmeleriyle beraber başlamış ve ikinci ehl-i salib devri açılmıştır. Demek icap eder.

     Fikrimiz Romanyalı mösyö Djuvara’nın kitabını esas ittihaz ederek mecmuamızda böyle bir devrin gerek bizim tarihlerimizde ve gerek Tevarih-i mutebere ecnebiyede mevcut malumata binaen ne suretle hulul ve mürur ettiğini yazmaktır. İnşallah muvaffak oluruz.

          Ahmed Rasim.

Bahr-i Ahmer – Cihad-ı Ekber: Arz-ı Hicazın şanlı muhafızları.

İngilizlerin dinimize taarruzlarından: iki senedir arz-ı mukaddesin mahrum olduğu mahmil Mısıri

 

KADINLIK İÇİN

Millet meclisi geçen celselerinden birinde ittifaka yakın bir ekseriyetle bir kanun kabul etti. Kadın maarif memurlarının tekaüdiyesinin on yedi yaşından itibar edilmesi. Bu meselenin içtimaı ehemmiyetini yalnız Fransızca Hilal gazetesinin başmuharriri takdir etti ve buna bir baş makale hasr eyledi.

Bu hadise bize gösteriyor ki artık bizde kadının ev eşyasından ad edilmesi gibi zalim ve mütereddi bir anane ortadan kalkmak üzere bulunuyor. Kadın içtimai mevkiini bulmağa çalışıyor. Maarif nezareti kadının içtimaı vaziyetine ilk ehemmiyet nazarını atıf etmiş olmakla en büyük bir ahlaki hatveyi atmış oluyor.

Kadınlar için tekaüdiyesinin on yediden başlamasını kabul etmek bir hakkı yerine getirmektir. Fakat meselenin asıl can alacak yeri bu hakkı yerine getirmek değildir. Bunun ehemmiyetini takdir edebilmiş olmaktadır.

Biz şimdiye kadar kadını bir zevk altı olarak telakki ediyorduk. En fenası kadının da kendisini böyle telakki etmesi idi. Kişinin içtimai mevkiini beğenmemesi, kendisine tahsis edilen zelil bir mevkie katlanması ne elim bir felakettir.

Kadının manevi seviyesini yükseltmek, onu layık olduğu içtimai mevkie yaraşan bur maneviyata haiz olur. Onda yüksek ve ulvi duygular bulunamaz. Duygudaki asalet, yaşanılan muhitin asaletine tabidir.

Kadim, bulunduğu zelil mevkide yaşatıldıkça onda Türklerde husulünü istediğimiz ulvi hisler uyanması mümkün olur mu? Kadın, insanın ilk mürebbiyesidir. Millet denilen bir kalbli bir insan yığınının her cüzünü, dokuz ay karnında taşıyan, senelerce dizleri dibinde onu büyüten, ona ilk içtimai vazifelerini telkin eden kadın değil midir?

Kadın, yalnız bu ilk mürebbi değildir. Ve ehemmiyeti yalnız bundan ibarette değildir. Fıtrat, erkeğin yanında bir de kadın yaratmakla, yalnız nesli idame maksadını takip etmek istememiştir. Erkek ile kadına ayrı ayrı seciyeler, kuvveler, duygular vermiştir ki bunlar birbirine noksanını telafi etmek için birleşmek ihtiyacındadır. Erkeğin noksan meziyetlerini, kadın, kadının noksan meziyetlerini erkek itmam eder. Şu halde erkek ve kadın yalnız maddiyetlerini değil, maneviyatlarını da tevhid etmekle içtimai tam bir cüzü vücuda getirirler.

Kadın evin, erkek sokağın mahlûku değildir. Evde de sokakta da erkek ve kadın birbirinin mütemmimidir. Aile ve cemaat ayrı ayrı şeyler olmamalıdır. Aile, cemaatin tam bir cüzüdür.

Erkek kadından ziyade kuvvetini kullanmasına güvenerek hayatta hodbin olmuştur. Kadına karşı istibdad göstermesi hodbinliğindendir. Bu noktada kaldıkça, kendi mantığınca, vaziyetini meşru göstermek için ne muhakemeler icat eylemiştir. Kadınlar, irfan sahasında erkeklerle boy ölçüşecek bir dereceye gelmemiş oldukları için, erkeklerin hodbin mantığına boyun eğmek, erkeklerin boyunduruğu altında inleyip durmak mevkiinde ister istemez kalmıştır. Onu bu vaziyetten kurtarabilmek için, onun içtimai mevkiini takdir edecek irfan ve iman sahibi erkeklerin vücuduna ihtiyaç vardı. Öyle erkekler ki asırların batıl ananeleriyle örtülen hakikati görebilecek kadar derin olsunlar.

Kadınlar için bir iyilik yapmak, onların minnetini celb etmek için değildir. Cahil ve hodbin bir cemaatin muhasım nazarları ve tehditçi vaziyetleri önünde kadına layık olduğu mevkii vermeğe çalışanlar, minnet celbi gibi hasis menfaatlere, nefsî hazlara kendini kapıp koyuverecekler arasından çıkmaz; belki bu yüksek irfan sayesinde cemaatin ahlakı feyzine iman eden mefkûreciler arasından çıkar.

Bizde nisaiyelikten bahis edenler içinde çoğunun nasıl bir nisaiyeliğe taraftar olduğunu bilmiyoruz. Garbın nisaiyelikleri ile Türk nisaiyeliği hiçte bir birine benzemez. Biz Türk kadınını, batıl bir hayalin uyduracağı muhayyel mevkilere değil, içtimai hayatımızın icap ettiği mevkii ilim kuvvetiyle arayarak oraya is’ad etmek istiyoruz. Biz kadını, ne bir özenti, ne de bir haz altı telakki etmiyoruz. Bizim yanımızda bizimle beraber ve hepimiz için çalışacak hem ayar bir arkadaş tanıyoruz.

Kadın idare memuru, siyasi, asker olur mu? Bunları henüz düşünecek bir derecede değiliz. Bir kere kadın etrafını saran ve kendisini sıkan zincirden kurtaracak kadar irfan ve ahlak sahibi kılalım. Ona düşünecek ve anlayacak bir istiklali vermeğe muvaffak olalım. Sonra neler yapabileceğimizi beraberce düşünür ve cemaatin nef’i namına beraberce yaparız.

Hakikat yürüyor. Ben hakikatin seyrini bütün bütün tevkif edemeyiz, eğer onu yolundan alıkoymağa çalışırsak, kendi kuyumuzu kendimiz kazmış oluruz.

Kadınlık meselesi de bir içtimai hakikattir. Korkulacak bir umacı değildir. hicab ve afet, libas ile ölçülen faziletler midir?   Fahiş kapalı yerleri tercih eden bir reziledir. Faziletin mevkii açıktır, saklanmaz. Bununla testere ta’riz ettiğime zehâb hâsıl olmasın. Kadının içtimai hayatından hariç yaşam anılmasına ta’riz etmek istiyorum.

Şeriat kadını alçaltıcı hiçbir emri ihtiva etmez. Bilakis bizim kadına dair bu günkü telakki tarzlarımızdan pek çok yüksek emirleri muhtevidir. Şeriat nazarında kadın, içtimai hayattan hariç değildir. Belki o hayatın esası bir rüknüdür. Millet meclisinde sarıklı bir muhterem bir mebusun kadın haklarını müdafaa yolunda sarahat ve talakatla sözler söylemesi bunun parlak bir delilidir.

Öteden beri iptidai derecesinde kız mekteplerimiz vardı, bugün vilayet ve liva merkezlerinde dar-ül-malûmatlar, sultaniler, payitahtta kadınlar için dar-ül-fünûnlar açıldı.

Kadınlarımız da ilim sahasında erkekler kadar hakka malik olmağa başladı. Bu yüksek mekteplerde muallimlik eden zatların ağızlarından işittim ki kız talebe, erkeklerden ziyade tahsile hevesli, sâî müdavimdir. Bundan kızlarımızın da artık şerefli mevkilerini istihsale azim etmiş olduklarını anlıyoruz.

Kadınlığımız böyle tenvir ettikçe, istikbalde yetişecek neslin yükseleceği dereceyi düşünüyorum da göğsüm fahrla kabarıyor. Ve kadınlar hakkında ne kadar hizmet ve gayret sarf edersek, o kadar büyük muvaffakıyetler istihsal edeceğimize kani oluyorum.

Yoksa o mu iğnesinden keskin süngü yaparak haklarını pençemizden ihtilalle alacak?

Din muhterem şair, bu müsait tekâmüle baktıkça, sa’yinin semere vermekte olduğunu görerek müftehir olacaktır.

Bir tarafta her gün bir parça daha alçalan tıynetler telehhüfler uyandırırken ve bu bazı kimselerin kadınlara karşı daha şedid düşünmelerine sebep olurken, diğer tarafta muallimelikte, memurlukta, “hilal-i ahmer”,” istihlak-ı milli”, “asker ailelerine yardımcı kadınlar cemiyeti”, hür ve şahsi teşebbüs semeresi olan” Türk biçki yurdu” gibi müesseselerde, dar-ül-malümat, Sultani, dar-ül-fünûnda hayır ve irfan uğrunda çalışan hanımlarımız, kadınlığın şerefini her gün biraz daha kazanıyor. Ve bu sayede kadınlığımız her gün daha ziyade yükseliyor.

     24 Kanun-i Sani 1331

     Kazım Nami

ALMANLARI İYİ TANIYALIM

Harb-i hazıra iştirak etmeyen en büyük devlet şüphesiz Amerika’dır. Amerika şimdiye kadar itilafçılar için her veçhile şayan-ı şükran olan bir bi-taraflık muhafaza etmektedir. Bu hükümetin vaziyet-i resmiyesidir. Fakat milletin vaziyeti henüz tekarrür etmemiş ve zan acizaneme göre de hiçbir vakit tekarrür edemeyecektir. Çünkü meselenin ana hatları, Amerika milletini teşkil eden muhtelif milletlere mensup anasırın elindedir. Gerçi Amerika’da Amerikalı olmak üzere bir hayli Alman, Avusturyalı mevcuttur. Fakat Amerika milletinin kısm-i azamını anflu – Sakson kanından olan ahali teşkil eder. Bu hakikate, Amerika lisanı millisinin İngilizce olması da inzimam edince Amerika’nın neden itilafçılara misal olduğu ve Amerika’nın adeta can damarına basılmadıkça bu meylin kolay kolay değişemeyeceği sarahaten anlaşılır. Maa haza, Amerikalıların İngiliz kanı taşıyan kısmı arasında bazı hak-perest kimseler vardır ki bunların – tabir-i amiyanesiyle – ele başıları sabık hariciye nazırı Mr. William Jennings Bryan’dır. Atide hülasaten tercüme ettiğimiz nutuk, Mr Scott namında bir hakperest Anflu – Amerikan’ın oldukça mühim bir hayat-ı huzur irad etmiş olduğu sözlerdir ki kailinin İngiliz kanı taşıyan bir şahıs olması itibariyle okunmaya şayandır.

Mr. Scott, evvela Almanya’nın cemahir-i müttefikeye ve Avrupa’nın diğer kuvvetli devletlerine nazaran arazi cihetiyle olan nispetini ve Almanların şerait-i hayatiyesini tetkik ederek diyor ki: Rusya Avrupa milletleri içinde en vasi araziye maliktir. 8.555.000 mil murabba. Bundan sonra 208,000 mil murabba İngiltere 121,000 mil murabba araziye maliktir. Rusya’da beher mil murabba araziye tahminen 19 kişi düşer. Amerika’da 32, Fransa’da 191; hâlbuki Almanya’da beher mil murabbaa 311 kişi isabet eder.

Bu rakamlar görülünce Almanya’da oldukça mühim ve gittikçe büyümekte olan bir kalabalık, bir tazyikin mevcudiyeti tezahür eder ki Almanların her halde bu tazyiki bir miktar tahfif fikrinde bulunacakları da aşikârdır.

Bismarck ile hükümdar hazırın Kayzer – meslek siyasiyelerindeki fark esası da bundan neşet eder. Bismarck, Alman ittihadını meydana getirdi. Bunun fikri en ziyade merkezi ve muttehid bir Almanya üzerinde saplandı kaldı.

Hâlbuki ki Kayzer, memleketinin hududunu tevsi ve Alman mektep muallimleri sayesinde inkişaf eden kuvvet ve fiiliyatın başka yerlerde, Alman güneşinden başka güneşler altında göstermesi ihtiyacını duydu.

Beher mil murabbaına 311 kişi isabet edecek kadar kalabalık olan bir halkın beslenmesi keyfiyeti oldukça mühim bir mesele teşkil eder. Ahalisi kalabalık olan diğer Avrupa memleketleri için me’kûlâtın hariçten celbi bir zaruret hükmüne girmiştir. Mesela İngiltere birçok memleketlerden buğday celb eder. Etini en ziyade Amerika ve Avustralya’dan tedarik eder. Süt ve peynir gibi çiftlik mahsulatını da Danimarka, Felemenk, İsveç ve Norveç, Finlandiya’dan ithal eder. Almanya ise bu kadar kalabalık olan halkını kendi hududu dâhilinde besleyecek surette kuvvetini artırmak ve memleketin o müthiş ilim ve fununu, halkı memleketin hududu dâhilinde beslemek, besleyebilmek, meselesine tatbik etmiştir.

Toprağın müfrit bir surette zieri’: Şimdi size Alman ziraatına dair olan erkamın medlulünü anlatmak isterim ki, bu rakamlar Almanların biraz evvel bahis etmiş olduğum muvaffakiyeti ne veçhile elde ettiklerini pek beliğ bir surette anlatır.

1881 de Almanya beher hektar araziden 1397 libre buğday almıştı.

1913 de ise beher hektardan 2596 libre buğday almıştır ki 30 sene zarfında yüzde 85,5 kadar bir tezayüd demektir. Çavdar mahsulüne gelince; 1881 de 1199 libre olduğu halde 1913 de 2100 libreye çıkmıştır ki yüzde 75,2 kadar bir tezayüd demektir. Yulaf mahsulü 1881 de 1331 libre olduğu halde 1913 de 2409 libreye çıkmıştır. Miktar tezayüd yüzde 81. Patates mahsulü ise 1881 de 11,869 libre iken 1913 de 17,446 ya çıkmıştır. Miktar tezayüd yüzde 47.

Şimdi bu rakamları bir de Amerika’nınkilerle mukayese edelim. Amerika’da yine bu 30 sene zarfında buğday 13,1 buşel’den 13,9 buşel’e, çavdar 13,9 buşelden 16 buşele, patates ise 91 buşelden 93,8 buşele çıkmıştır. Bizim zer’iyat icra ettiğimiz arazi otuz sene zarfında ziyadesiyle artmıştır. Fakat yukarı ki rakamların delaletinden anlaşılacağı üzere beher ar veya hektardan bu gün aldığımız mahsul 30 sene evvel aldığımız mahsulün hemen hemen aynıdır.

Kudüs şerifinde müceddeten tesis olunan leyli dar-ül-muallimin heyet-i idare ve talimiyesiyle talebesi.

     Efendiler, ihtimal ki sizler bizdeki şeraitin başka olduğunu düşünür ve Almanya’da kabul edilen usul zürrâ bizim ihtiyacımız olmadığını iddia edersiniz. Bu hususta ben de sizinle beraberim. Evet, bizim arazimiz nüfusumuza nispetle pek vasidir. Binaenaleyh çiftçinin elinde daha vasi mikyasta mezru arazi bulunması elbette daha muvafıktır. Fakat benim yukarıda iktibas etmiş olduğum rakamlarla asıl istediğim şeyi tabiaten pek fakir bir toprakta ve pek şiddetli bir iklimde yaşayan zeki bir kavmin nelere kadir olduğunu göstermektir.

Almanya bu mesail ziraiyeyi, irva ve iska hususunda fenni usuller tatbiki ve bilhassa kimyevi gübre istimali suretiyle hal etmiştir.   Almanya’da kimyevi gübre istimali 1890 da 1.600.000 metre tondan 1910 da 6.000.000 metre tona çıkmıştır.  Bu kimyevi gübre meselesi tetkike değer bir meseledir. Bu yirmi sene zarfında Almanya’nın demir cevheri ihracatı şayan-ı hayret bir derecede tezayüd etmiştir. Almanlar Sidney Gilchrist Thomas ameliyesi denilen bir usul ile gayet fazla miktarda fosforu havi olan demir cevherini çelik imalinde kullanmaya muvaffak olmuşlardır. Bu ameliyatta geriye kalan cüruf fosfor cihetiyle pek zengin olduğu cihetle bunlar öğütülmüş ve <Thomas Fosfat unu> namı verilen bir un istihsal edilmiştir. Bugün Alman toprağında milyonlarca ton fosfat unu kullanılmaktadır. Bu veçhile Almanya yalnız çelik istihsalatını tezyid etmiş değil belki Thomas ve Gilchrist’in ihtiraını kullanmak suretiyle patates mahsulatını fevkalade artırmaya muvaffak olmuştur.

Bir de bu işin diğer sanayi üzerine ne gibi tesiri olduğunu görelim; 1882 de Almanya 344,000 harman makinası kullandığı halde 1907 de bu makinaların adedi 1.435.000 ne çıkmıştır. Bu dehşetli fark husule getirmek için bu arada elbette birçok işler daha yapılmıştır. 1882 de 19,000 orak makinası mevcut olduğu bu miktar 1907 de 301,000 ne baliğ olmuştur.

Beyrut dar-ül-muallimini

Sanayide vücud bulan inkişaf hayret-engiz: Almanya’nın nüfusu, imparatorluğun bidayet teşkilinde tahminen 44.000.000 olduğu halde bu gün 60 milyonu pek ziyade tecavüz etmiştir. Nüfusun bu tezayüd müthişi ve bilhassa halkın şehirlere dolması ve fazla halkı istihdam için sanayinin tevsii ve inkişafını zaruri kıldı. Binaenaleyh Almanya’da diğer milletler gibi zirai bir milletten sanayi bir millet haline inkılab etmektedir. Fakat Almanya bu ihtiyaca da şayan-ı hayret surette cevap vermiştir. Şimdi Almanya’nın ihracat listesindeki bazı erkamı tetkik edelim.

Almanya’nın ihracat listesindeki en yüksek rakam <her cins makinalara> ait olan rakamdır. 1883 de Almanya’dan harice çıkan makinaların kıymeti 52.800.000 mark olduğu halde bu miktar 1912 de 630.300.000 marka baliğ olmuştur.

Kaba ve ince demir masnûât 1887 de 96.000.000 marktan 1912 de 581.000.000 marka çıkmıştır.

Almanya gibi arazi cihetiyle pek ufak bir memleketten harice çıkarılan kömürün kıymeti 1887 de 79.900.000 marktan 1912 de 436.600.000 marka çıkmıştır. Kok kömürü ihracatı ise 1887 de 261.000.000 marktan 1912 de 966.000.000 marka baliğ olmuştur. İşte bu rakamlar bize pek ayan surette anlaşılır ki biz mesaimizi satmak

Sinop dar-ül-muallimini

İçin nerede bir Pazar arasak mutlaka Alman oradadır ve orada pek muhkem surette yerleşmiştir ve bu da onun hakkıdır.

Alman taciri her yerde: hatırımda kaldığına göre bende, Almanlar hakkında ilk merak 1907 senesinde uyanmıştır. O zaman ben Meksika’da seyahat ediyordum. Ziyaret ettiğim 24 şehir ve kasabada her hangi bir demir ve çeliğe müteallik eşya satan dükkâna gitsem sahibinin mutlaka Alman olduğunu gördüm.

1887 de demir cevheri istihsali hususunda İngiltere birinci, Amerika ikinci, Almanya üçüncü idi. Bugün Amerika 31.000.000 ton ile birinci, Almanya 17.000.000 ton ile ikinci, İngiltere ise 10.000.000 ton ile üçüncü olmuştur.

1913 de bütün dünyada istihsal olunan demirin miktarı 75.000.000 ton tahmin ediliyor. Bu miktarın dörtte biri Almanya’nındır. Bugün Almanya dünyada çelik istihsali hususunda ikinci, kömür hususunda üçüncü, 208,000 mil murabba arazide buğday ve çavdar istihsali hususunda üçüncüdür. Şimendifer hatlarının uzunluğu cihetiyle dünyada evvela Amerika sonra da Almanya gelir.

Dünyada en ziyade ihracat yapan üç memleketin son yirmi beş sene zarfında ihracatında husule gelen miktar tezayüd; Amerika’nın yüzde 208 Almanya’nın yüzde 185 İngiltere’nin ki ise yüzde 619 dur.

Talim ve terbiye-i askeriye: Zan ederim ki Alman mesail-i sanayiesini tetkik eden herkes, Almanya’nın askeri talim ve terbiyeden ne derecelerde büyük istifadeler temin ettiği hususunda ittifak ederler. Almanya’da en ziyade iki şeyin tesir ve nüfuzu kendini gösterir. Bunların biri mektep muallimi, diğeri de talim muallimidir. Hepiniz bilirsiniz ki birkaç sene evveline gelinceye kadar Almanya’da kemale gelen her şahıs orduda hizmet etmiştir. Bu gün nüfusları ziyadesiyle artmakta olduğu cihetle adam seçmek hususunda o kadar şiddetli davranmaya ihtiyaçları yoktur.

Askerlik için arz-ı hizmet edenler içinde bu gün birkaç sene evvelkinden daha az adam intihab ediyorlar. Maa haza yüz seneden beri Almanya’nın zükûr nüfusunun kısm-ı azamı Alman ordusunda talim görmüştür. Binaenaleyh ben eminim ki siz o memlekette askeri talim ve terbiyenin tesiriyle her şahısta zabt ve rabt, izzet-i nüfus ve sadakat gibi ahlak hasenenin mevcudiyetini görürsünüz. Bu hususta Almanya hem Amerika’nın, hem de İngiltere’nin fevkindedir.

Almanya’nın deniz üzerindeki kuvveti: Size Deutsche Bank direktörü Doktor Karl Helferniche’nin imparatorun yirmi beşinci sene-i devriyesini tes’iden yazmış olduğu bir risaleden ufak bir parçayı okuyacağım. Bu suret-i mahsusada Alman Kuvayı bahriyesinin Alman hayat iktisadiyesi, müsalemet-kar bir rekabet devresinde – mevkiini teyid ve takviye için – kâfi derecede kuvvetli olduğunu bilir. Fakat kuvvetli bir milletin rekabet iktisadiye mücadelesinde zayıf bir millete karşı menabi siyasiye ve askeriyesini kullanmak arzu gayz meşruu her vakit için pek büyük tesirat icra etmiştir. Tarih âlemde ticaret üzerine icra edilen müteaddid muharebeler bunun şahididir. Milletlerin hayatında medeniyet ve kemalat-ı beşeriyenin terakkisi bizi aldatmamalı ve kuvveyi iktisadiye ile kudret siyasiyenin inkişafında tesadüf edilecek her hangi bir keskin ihtilafın şiddetli bir inkilafına doğru bir meyelan ihdasına ve tekrar tesis-i muvazeneye lüzum göstereceğini bize unutturmamalıdır.

Almanya bunu bildiği içindir ki vaziyet-i coğrafiyesinin icbarı ve tarihten aldığı dersler üzerine her türlü zuhurata kâfi gelebilecek bir ordu beslemeye mecbur olduğu gibi denizler üzerinde her dem büyümekte olan münasebat iktisadiyesini muhafaza etmek için de rekabet-i iktisadiyemizi kuvvetle ezmek isteyen her hangi bir düşmanın meyil na-meşruunu henüz gonca halinde iken koparmaya kâfi kuvvette bir bahriye yapmaya da karar vermiştir. İmparatorumuzun ihdas-gerdesi olan donanmamız bu manada; Almanya’da servetin inkişaf harikuladesini mucib olan ve bu gün Alman halkının mevcudiyetini esas teşkil eden o binayı azimin, o muhayyirü’l-ukul sistemin anahtar taşını teşkil eder.

Bu gün Alman maliye nazırı olan mösyö Helfrich’in yukarıya derç ettiğimiz ifadatından sonra hatip, muhtasar bir surette Amerika’da mevcut olan ve emniyet-i milliye ile alakadar olan bazı mesaile geçiyor. Bizim için Mr. Scott’un mucib-i istifade olan sözleri burada hitam bulmuştur.

Ali Şükrü

İçtimaı musahabeler:

AMERİKA’DA:

Şerait-i ictimaiye ve istikbal-i içtimaı
Nüfus meselesi
76 numaralı nüshadan mabad

İstikbal-i içtimaiyesini tetkik ettiğimiz bu seksen milyon halkın bir de suret-i tevzini görelim. Amerika elan miktar-ı nüfus itibariyle pek fakir bir memlekettir.

Alaska’yı hesaba katmadığımız halde bile geri kalan arazi, Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Felemenk, Japonya, Portekiz, İsveç ve Norveç, Avusturya – Macaristan, Rumeli, Mısır ve bütün Hindistan’a müsavidir. Hâlbuki bu kadar vüsata malik olan memleketin nüfusu, İngiltere ve Fransa’nın nüfus müştereklerinden bile azdır. Bundan başka bu nüfus, arazi üzerinde bir nispet-i mütesaviyede olarak taksim olunmamıştır. Ahalinin kısm-ı azami şehirlere ve civarlarına toplanmışlardır. On beş milyonu, yirmi büyük şehirde on sekiz milyon kadarı da beş yüz küçük şehirde sakindir. Bu insan merkezlerini biri birine şimendiferler, telgraf ve telefon telleri ve diğer her türlü vesait sevk ve nakil ile rapt eder. Fakat bir Avrupalı gözüne bütün bu vesait ve tesisat, adeta bakir bir arazi üzerinde bir iki nokta veya birkaç kazındı gibi görünür. Bütün bu vesaite rağmen memleketin heyet-i umumiyesi, tamamıyla bir beyaban halini arz eder.

Amerika hakikaten elan bazı yerlerinde tesadüfi bir iki güzel yolu bulunan, umumi polisi ve bir şahıs medeniyetin istirahat edebileceği yol üstü hanları bulunmayan, posta tevziatı hala pek iptidai bir halde olan ve büyük bataklıkları, cesim ormanları, uzun çölleri, gayri mezru araziye havi olan gayri meskûn bir memlekettir. İnsan bu hali hatta Chicago (Şikago) nun garbına düşen arazide ise bu tarif mahz-ı hakikattir. Nihayet Idaho’da henüz el sürülmemiş, ihtimal ki hiçbir vakit mağlup olmayacak uzun çöller gelir.

Birçok vasi arazide, kilometre başına, hatta iki kilometre başına tek bir adam bile düşmez. Ahali, yalnız Pennsylvania ile New-York hükümetine ve Chicago’ya doğru ta Milwaukee ve Middlesboro’ya kadar uzayan şehirler mıntıkasına toplanmış ve badema yine oralara toplanmakta devam edeceği anlaşılmaktadır.

Amerika hayat içtimaiyesinin şayan-ı dikkat safahatından birini de Yahudilerin her sene büyük bir nispette tezayüd etmeleridir.

1840 da bunlar ancak 50,000 kişiden ibaret olduğu halde bugün 1.200.000 i tecavüz etmektedir. Bu miktarın tahminen 500,000 i New-York hükümeti dâhilinde ve kesret itibariyle de New-York şehrinde sakindir. Bunların kısm-ı azamı Lehistan milletçileridir. Ve hepsi de dehşetli bir zaruretin esiri olarak Amerika’ya ayak basarlar. Binaenaleyh sanayiin her türlüsünde pek az bir maaş ile fevkalade gayret-i mesai şerait tahtında çalışırlar.

Bu bahsi bitirmezden evvel İngiltere’de şahidi olduğum ve bize taliki olan bir vakayı nakil edeceğim. Bir gün Liverpool şehrinin en kalabalık bir sokağında garip bir tesadüf neticesi olarak yirmi kadar Kürt’e rast gelmiştim. Kürdistanın bu masum fakat cahil evlatlarının buraya ne suretle gelmiş oldukları merakıma mucib olduğundan derhal kendilerinden sordum ve ilk aldığım cevap uzun bir ahı müteakip efendi, sebep olanların gözleri kör olsun, oldu. Bunun üzerine daha ziyade merak ettim. Meseleyi iyice anlamak için bunlarla beraber oturdukları yere kadar gittim. Görüştüm, konuştum ve bu hususta kendi kendime de bir hayli tetkikat icra ettim. Neticede pek iğrenç bir dolandırıcılığa ve gayet acıklı bir hale muttali oldum.

Bu biçare Kürtler, memleketlerinde çiftleriyle, çubuklarıyla veyahut sürülerini gütmekle meşgul olurken yanlarında birden bire kendisine zenginlik tellalı süsünü veren biri peyda oluvermiş. Bu da yabancı değil, aynı toprakta yaşamış ve aynı havayı teneffüs etmiş olan bir Ermeni vatandaş.   Bu tellal, bu saf Kürt damarına girmeye çalışıyor, Amerika’daki altın tarlalarından, oluklarından mütemadiyen altın akan çeşmelerden, hülasa fikri mahdut bir köylüyü, bir çobanı kandırmak için icap eden her şeyden bahis ediyor. En nihayet muvaffak da oluyor. Biçare Kürt artık altın kazanmak için, kazanmak değil adeta şöylece bir toplamak, kemerini, heybesini, doldurmak için karar veriyor. Fakat Amerika’ya kadar gitmek için de para lazım. O melun zenginlik iblisi bunun da kolayını buluyor.

Kürt’e, çiftini, tarlasını sattırıyor. Burada ilk kazanç derhal kendini gösteriyor. Çünkü zavallı Kürt arazisini diğer bir vatandaş kapatmıştır.

Hülasa, bin zahmet, bin müşkülat ile zavallı Kürt, İngiltere’ye, Liverpool’a düşüyor.

Fakat asıl dolandırıcılık burada başlıyor. Biçare Kürt, bunun müstahdemini İngiliz maskesini takmış hain vatandaşlardan mürekkeb bir misafir haneye – boarding house – iniyor. Daha doğrusu indiriliyor.

İlk ameliyat bu garip misafirlerin bir tabip tarafından muayenesidir. Sahte tabip, Kürdistan’ın saf havasıyla büyümüş olan Kürtün vücudunda bittabi hiçbir şey bulamıyor. Çünkü Kürt, elin ayağın tutmuyor demekle veya sair suretle kandırmak mümkün değil. Diğer bir hastalık lazım ki bu da göz hastalığı – bittabi zafiyet değil – !

İngiltere’ye, o mahut misafir haneye düşen her Kürt gözünde bu sarı hastalık mutlaka mevcuttur. Ve bu hastalık tedavi olunmadıkça Amerika toprağına ayak basmak mümkün değildir. Tedavi başlar ve Kürt cebinde yarım peni – on para – kalıncaya kadar devam eder. O vakit Kürt birden bire sifayab olur. Fakat diğer bir müşkülat baş gösterir. Amerika’ya kadar vapur navlunu.

Bunun da kolayı bulunur. Amerika’ya kadar havale suretiyle veresiye olarak gönderilir. Fakat bu veçhile İngiltere’deki dolaptan beş parasız kurtulan zavallı Kürt, bu sefer de Amerika’da yine aynı cinsten olan diğer bir dolaba girer. Amerika’daki dolap Kürt’ü mukavele ile bir yere kor ve çalıştırır. Kürt çalışır, senelerce çalışır – bittabi en ağır en adi hizmetlerde fakat Amerika’ya geçmek için navlununu vermiş olan vatandaşlarına borcunu yine ödeyemez.   Bu mazhakenin veya facianın son perdesi şüphesizdir ki macerayı tabiyesinde devam ederek nihayet bulur.

İCMAL

Bir haftalık vakayı berriyye ve bahriyye

<o>  <o>  <o>

     Garp cephesinde: Tarafeyn lağım infilakı ve baskın icrası suretiyle yekdiğerini izac etmektedirler. Almanlar Noville’in şimal şarkisinde kâin La Foly çiftliği etrafında vukua gelen muharebatta 387 esir ve 14 makinalı tüfek daha iğtinam etmişlerdir. Bu suretle Almanların son iki hafta zarfında aldıkları esir 17 si zabit olmak üzere 2031 kişiye, mitralyözlerin adedi 39 a torpil makinaları da 7 ye baliğ olmuştur. 30 – 31 Kanun-i Sânî gecesi İngilizler Flander’de bir baskın icrasına teşebbüs etmişlerse de zabitan-ı azime ile püskürtülmüşlerdir.

2 Şubatta Fransız topçuları cephenin mevaki mühimmesinde büyük bir faaliyet göstermişlerdir. 3 Şubatta Flanderde İngiliz ve Alman topçuları arasında mukabil ateş teati edilmiş, Noville ve Argonne vesair mevakide topçu ve bomba muharebeleri vukua gelmiştir. 4 Şubatta cephenin aksam-ı muhtelifesinde topçu muharebatı icra edilmiş. 5 Şubatta İngilizlerin La Bassée kanalında icra ettikleri hücum tard ve def olunmuş ve Champagne, Argonne ve Vojler’de topçu muharebatı vukua gelmiştir. 6 – 7 Şubatta La Bassee kanalı ile Arras arasında ve Som nehrinin cenubunda şiddetli muharebeler vukua gelmiştir. Fransızlar Argonne ormanında 275 rakımlı Evlevkiz namlı tepe üzerinde Şalad suyunun cenub şarkisinde bir lağım infilak ettirerek hâsıl olan çukuru işgal eylemişler ise de mukabil bir Alman hücumu ile def edilmişlerdir.

Garp cephesinde bir hafta zarfında Almanlar tarafından ıskat edilen düşman tayyareleri 3 u Fransız 2 si İngiliz olmak üzere 5 e baliğ olmuştur

Geçen hafta, muharetat-ı havaiyede en büyük faaliyeti zeplinler göstermişlerdir. 29 ve 30 Kanun-i Sânî geçeleri Paris şehrine 63 kilo sıkletinde ihtiraklı ve infilaklı bu bombaları atan ve Fransız payitahtında pek çok hasarı badi olan zeplinler 1 Şubat gecesi de İngiltere’ye taarruz etmişlerdir. Epey müddetten beri taarruzat-ı havaiye vuku bulmamakta olması hasebiyle adalarında kendilerini taht-ı emniyette ad eden İngilizler o geçe Alman havai filosunun taarruz-i müthişi üzerine pek çok zayiata uğramışlardır. Zeplinler Manchester, Liverpool şehirlerinin Büyük Britanya adasının garbında ve Alman balonlarının Belçika sahilleri civarında bulunduğu mefruz olan en yakın üss-ül-harekesinden 500 kilometre uzakta kâin olduğu düşünülürse zeplinlerin ne kadar uzak mesafeler katına muktedir oldukları tebeyyün eder. Her halde Almanların yeni ve kuvvetli kabil-i sevk balonlar inşa ettikleri bu son akın ile artık tamamen tebeyyün etmiştir.

İngiliz şehirlerinde balonların ika’ ettikleri hasar Manchester Gardian nam İngiliz gazetesi tarafından 9 milyon İngiliz lirası tahmin edilmektedir. Bütün bu taarruzattan Almanların İngilizlerin adalarında rahat bırakmayacakları anlaşılıyor.

Şark dar-ül-harbinde:   Besarabya ve şarki Galiçya’da bir müddet kabına sığmayan Ruslar, nihayet yine gevşediler. Geçen hafta zarfında şark cephesinde bir baştan öbür başa kadar bazı mevzii ve münferit muharebattan başka harekât vukua gelmemiştir. 31 Kanun-i Sânî’de Ruslar Riga’nın garbında Daugava nehri üzerinde bir hücumda bulunmuşlarsa da def edilmişlerdir.

2 Şubatta Almanlar Vistula nehri sahilinde bir Rus müfrezesini imha etmişler, Ochyesko’da da lağım muharebeleri vukua gelmiştir.

3 Şubatta Strepa ve Volenya’da Rus ve Avusturya tayyareleri mütekabilen ibraz-ı faaliyet etmişlerdir.

4 Şubatta Avusturya tayyareleri Juvsk şehrine taarruz etmişler, 5 Şubatta bir Alman kabil-i sevk balonu Dunaburg istihkâmatına bombalar atmıştır. 5 – 6 Şubat gecesi Barakoviçi şimendifer karibinde Almanların işgal ettiği bir Rus ileri karakol mevziini istirdad için düşman semeresiz hücumlar icra etmiş ise de zabitan ile tard olunmuştur.

Almanlar sağlam bir Rus tayyaresi iğtinam eylemişlerdir.

İtalya –Avusturya hududunda: İtalyanlar hiçbir iş göremeyeceklerine kani olmuş gibi Avusturya cephesine karşı ciddi hiçbir harekette bulunmamaktadırlar.

İtalyanlar bu hareketsizliğine mukabil Avusturyalılar Lana geçidindeki bir İtalyan mevziini zapt etmişler ve Tulmayn ser köprü mevzii civarında Santa Lusia’daki mevzilerini tevsi eylemişlerdir. Burada İtalyanlar biraz daha geri çekilmeğe mecbur olmuşlardır.

Balkan dar-ül-harbinde:   kabil-i sevk Alman balonlarından biri, 45 Fransız – İngiliz tayyaresi tarafından Manastır’a karşı icra edilen hücuma bir mukabile olmak üzere, 1 Şubatta Selanik limanındaki itilaf sefain-i harbiyesine ve mühimmat ve erzak depolarına bombalar atmış, uzun müddet devam eden yangınlar ika eylemiştir.

Karadağ’ın istilasını itmam ederek Arnavutluk’a dâhil olmuş bulunan Avusturya ordusu Mati nehrinin cenup sahilini ve Kuruya yani Elçi hisar kasabasını zapt etmiş, İşim suyu geçerek Dereağaç’a 35 kilometre mesafeye kadar takrib eylemiştir. Binaenaleyh Avusturya – İtalya ordularının bir de Arnavutluk’ta boy ölçüşmeleri pek yakındır.

Denizlerde:  nereden çıktığı malum olmayan moka isminde müslih bir Alman sefinesi ibhar-ı muhitede dolaşmağa başlamış ve şimdiye kadar 7 İngiliz sefine-i ticariyesini gark eylemiştir. Alman bahriyesinin gösterdiği fikri teşebbüs ve fedakârlık ile azim ve metanet cidden şayan-ı takdirdir.

Avusturya deniz tayyareleri 25, 27 Kanun-i Sânî ve 2 Şubat tarihlerinde Dedeağaç’taki İtalyan ordugâhını şiddetle bombardıman etmişlerdir. Bu sırada denize düşen bir Avusturya tayyaresi mürettebatının diğer bir Avusturya tayyaresi tarafından, düşmanın torpidolarının hücum ve ateşi altında tahlisi, şayeste-i takdir bir maharet, itidal-i dem ve şecaat eseri olup Avusturya tayyareciliğine şeref veren bir hareket teşkil eder.

1 Şubatta Şimal Denizinde Alman tahtelbahirlerinden biri dört İngiliz, bir Belçika vapurunu batırmıştır. Alman kabil-i sevk balonlarından J – 19 numaralısı 2 Şubatta Şimal Denizinde gark olmuş ve bir İngiliz gemisi balonun mürettebatını kurtarmaktan istinkâf etmek denaetinde bulunmuştur.

3 Şubatta Avusturya kruvazör guruplarından biri İtalyan sahilinde Ortano ve San Vito mevkilerini kemal-i şiddetle bombardıman etmiştir.

Yunan bandırası altında seyr-ü sefer eden bir Rus vapuru Bahr-i Siyah da tahtelbahirler tarafından gark edilmiştir.

Osmanlı dar-ül-harplerinde:  muhtelif cephelerde vukuat-ı mühimme tahddüs etmemiştir. Irak’ta Kût’ül Amâre’de mahsur bulunan Tümgeneral Charles Townshend’i kurtarmak üzere ilerlemeğe teşebbüs eden korgeneral Fenton Aylmer’in kıtaatı Felahiye’deki eski mevzilerine ricata mecbur edilmiştir.

Kafkas cephesinde ileri karakol musadematı ile mevzii muharebeler vukua gelmektedir.

Çanakkale’de düşman zırhlıları Seddülbahir’e ara sıra birkaç mermi atmaktadırlar.

Salı: 29 Kanun-i Sânî 1331

Abidin Daver.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.