DONANMA MECMUASI 85 / 37 15,Mart,1915

DONANMA MECMUASI 85 / 37 15,Mart,1915

0486_0037-85_Page_01

0486_0037-85_Page_02

28,Rebiülahir,1333 – 2,Mart,1331 – 15,Mart,1915

Düşman kudurmuş: merdane müdafaasıyla tarihi âleme kayıt olunan Çanakkale’den bir hatıra.

********************

BİR TORPİDOMUZUN KAHRAMANLIĞI

     Çanakkale önünde mağrur kuvveti olarak dolaşan düşman sefain-I harbiyesinin nevm-i (sönmek,sükun) gururundan bilistifade torpidolarımızdan biri düşmanın iki sefaine-i harbiyesiyle (harb gemileri) bir nakliye gemisini torpillemişdir. Müttefiklerimiz, taht-el bahirleriyle (denizaltı gemisi) ismi hakim olan bu donanmayı hergün yeni bir zarara uğratırken bizde torpidolarımızla vesaitimiz ufak olsa da büyük kalb ve itminan (inanmak,kararlılık) zaferimizle bu meş’um (kötü,uğursuz,bedbaht) donanmayı hasara uğratıyoruz. Bahriyemizi bu büyük cesaretinden dolayı cem’iyat tebrik eder.

BOMBARDIMAN

     Yevmi (günlük) gazetelerde tafsilatıyla (açıklamalar,izahlar) manzur (görülen bakılan ,nazar edilen) olduğu üzre itilaf-I müselles (üçlü itilaf devletleri) gerek harb meydanlarında, gerek siyasiyat sahnelerinde gaib (göz önünde bulunmayan, kaybolmuş olan) ettiğini güya kazanmak emeliyle (rica,ümid,ummak) sevahil-I (sahiller, deniz ya da ırmak kıyıları) Osmaniyenin müstahkem (sağlamlaştırılmış, istihkam edilmiş), gayri müstahkem mevkilerini topa tutmakda devam ediyor. Bu meyanda (orta,ara,vasat) mezbuhane (çırpınarak, son ümid, son kuvvet) Çanakkaleye saldırmakta da kusur etmiyor. İzmir dahi düşmanın hedef-I taaruzu (şiddetle saldırma) olmuştur. Maddi hasarın adem-I (yokluk, olmama, bulunmama) vukuuna tabii kimse imkan veremez. Fakat akla ilk gelen bu hücumdan çıkacak neticenin dahi tayinidir. Zaten düşmanda bu neticenin “hiç” olduğunu pek güzel takdir ettiği içindir ki her hücumunun gayesiz olduğunu faaliyet ile anlatıyor. Kale; ne kadar merd ise, İzmir de o kadar çalışıyor. Makam-I vilayet ahiren neşir ettiği bir beyanname ile Aydın vilayetinin düşman hücumuna karşı yapacağı vazifeyi pek güzel anlatmışdır. Bu vazifeyi her vatanperver yapacak, her vilayet uhdesine (söz verme, mesuliyet, sorumluluk) düşeni ifadâ (vazife bildiğini yerine getirmek) kusur etmeyecektir.

Düşman emin olmalıdır ki, atmak istediği her hatve (bir adım atmak) kan bahasınadır.. Biz

“Cennet kapısını din yoluna can veren ihvana (sadık arkadaşlar, kardeşler, dost) açılsın”

     Veciziyesiyle (özdeyiş) meydan-I gazaya koşuyoruz. Harbde ölmekde, öldürmekde vardır. Bahtiyar olmak, mesud o milletin efradıdır ki din ve vatan yoluna merdane (yiğitcesine, erkekcesine) ölur. Milletini yaşadır.

mütercim: Remziye Aylin Serinpınar.

milletlerde..

HAYAT VE HAKK-I HAYAT

     yine bu sutunlarda arz etmişdik; bu defada te’yiden (kuvvetlendirme, sağlamlaştırma doğrulama, destekleme) serd (güzel bir eda ile söylemek) edeceğiz: milletlerde, ferd gibi bir vaziyyet-i mahsusaya sahibdir. O da hakiki hayat, hakkı kelam, (konuşma özgürlüğü), hakk-ı hürriyet hulasa (bir bahsin özü) hukuk-u tabiyeye temlik (sahib etmek, mülk olarak vermek) istidatındadır. (doğrulama, alışma) bu meyandaki (orta,ara,vasat) bütün hukukun, vazâifin (görevlerin, ödevlerin) elhasıl milletlerin vazâif ve hukuk-u ictima’ya (toplantı,bir araya gelmek) ve iktisadiyesinin fassal (dedikoducu, herkesin kusurunu sayıp döken) hem bu bundan ihatasızlığından (geniş bilgi ile anlamak tam kavramak) hem de bahsin ehemmiyetine nazaran kudretimizin adem-i kifayesi (kafi gelmeme, yetmezlik) şübhesinden dolayı ihmal edildikde yalnız hak-ı hayatının ve bununda hakiki bahsi tercih ettik.

     Milletlerde hakı-ı hayat; Sahabet (sahib olma, sahib çıkma) hak itibarıyle ferd dikkatine müşabih (benzer) iken keyfiyeten ondan farklıdır. (büyük ölçek, korku) beşer hak-ı hayatına, ancak hayata mâlikiyet (sahip olma) müddetince malikdir. Sağ iken onun mülkü, ba’del (sonra) fevt (geçip gitme. ölüm) büsbütün mehcüridir (hicv olunmuş,kötülüğü ilan ile sevinilmiş). Bu da halkı bir icbar (zorlama) neticesidir. Ölen dirilmez. Dirilmeyen de yaşamak hakkına, tabiidir ki malik olamaz.

     Milletlerde böyle midir?   Onlarda ölmekde vardır. Fakat; dirilmekte .

Elverirki; O millet hudud-u asliye-i (sınırlar, hudutlar) ictimaiyesini (bir araya gelmek, toplanmak) yani kendisine millet rütbesini verdiren, o isimle çağırtan o safı zayi etmemiş olsun.

     Milletlerin hayatı nedir? Hak-ı hayatı nedir?

     Alem cemiyetin bir ferd mürekkebi olan millet doğar. Bugün mevcud, ma’dum (mevcut olmayan, yok olan) milletlerin hepsi; alem-I ensal (nesil çoğaltma) beşerde (insanla ilgili) şahiddir; Tabiat-ı eşyada gösteriyor; Bazı münafi (zıt, uyumsuz,aksi) mütekabbile (kabul eden, üstüne alan) ,muhaceret (birbirini men etmek, engel olmak) vazii arzı itibariyle hem hislerin (duymak, farkına varmak, duygu) bir araya gelmelerinden terekküb etmişdir.   Efradların (ferdlerin) birleşmesini icab eden müşterek hislerin onları bir noktaya sevk etmesi milletin doğması demek olur. İşte hayat-ı millet buradan başlar. Millet , hayatına milletin mülk (mal) olunca onu hıfz (saklama, koruma, muhafaza) etmek, elinde tutmak yani ifraden (ayırmak, yollamak) müşterek hislerini kayb etmeyerek inhilal (çözülüp ayırma, dağılma, erime) tehlikesine düşmemelerini istemeleride onlar için hak olunur ki; Bu da yaşamak hakkı, hakk-ı hayattır. Meseleyi bu derece basitleştirmemizin yanına ameli (amele mensub, pratik tecrübeli) bahşin (bağış,verme) vüs’ (genişlik. kapasite. takat) iğlâk (üstü kapalı konuşma) karşısında mütebbellid (tembel, uyuşuk, ağır davranma) çoğalmasını temîn (gerçekleştirme, sağlama. gerçekleştirilme, sağlanma. emin kılma, güvence verme) gayesidir .

     Millet doğuncaya kadar haiz (bir şeye sahip olma, sahip) olamadığı bazı hususata doğduktan sonra sahib olur. Bu hususiyet; Şahsiyeti manevyesi itibarıyle hasıl olmuşdur.

Cemiyet-i beşeriye asırdide oldukça işgal-i ictimaiyede mühim tahavvülâta (değişimler) ma’ruz kalmıştır. Milletler bidâyeti (başlangıç) tevlidinde (vücuda getirmek, sebep olmak) vaziyet-i siyasiye ve ictimayaya birlikde sahib iken bilahire bunlardan bir kısmı vaz’ (koyma, konulma. bırakma. atama. durum, konum) siyasiyesini gayb etmiş yalnız hayatı ictimaiyası bakî kalmış, bir kısmıda hayat-ı siyasiyeye bedel haysiyyet (şeref, onur) ictimaiyesinde mühim tagirata (değişime) uğramışdır.

     Tarihi alemde nice melel hükme ve mahkûme (hüküm verilmiş olan, zorunda, mecburiyetinde olma) görülmüştür.   Melel hakimeden ziyade mahkumeye dikkat edilirsse, hatta hakimiyet ya mahkumiyet mevzu-u bahs edilmeyerek hükümat (hükümetler) meşruta (bir kimseye veya zümreye bırakılmış,bağzı şartlara bağlı olan) ekseriyet nüfus itibarıyle akvamı (kavimler,toplumlar) mevcudeye dikkat olunursa azaların, ekseriyeti teşkil eden kavimlerden daha ziyade hususatı milliyelerini takibe sa’yi olundukları görülmektedir.

     Millet bir mevludü ictimai, hükümet manevi bir şahs-ı siyasidir; Bazı milletler bu siyasi ictimayı şahsiyetleri cem’I edmişdirler fakat; hepsi öyle mi ya!? Filvaki japonlar, ingilizler bu şakka misal olabilir iken Lehler gibi Avrupa kavimleri, Hintliler, Moğollar, Siyamiler gibi Asyalılar; Cezairliler, Faslılar gibi efraklı akvam ve nihayet Kanadalı, Meksikalı gibi Amerikalılar vardır ki ;bu iki vechi cemi’ edebilmişlerdir. Bu misalleri birer birer tetkik edersek her birinde birer ayrılık görürüz bilfarz Lehler, Çekler gibi Avrupa akvamı birer millettir, Avusturya, yahud Almanya’nın; hülasa eczai merkibesinden oldukları hükümiyetin hayat-I siyasiyesinde tamamıyle müdahildirler. Fakat ; ekseriyeti teşkil etmezler. Ondan dolayı bir ayrılık vardır.yani Leh yahud Çeh hükümetinin ferdi değildirler. Hintliler , Moğollar, Siyamlılara gelince bunlar büsbütün millet millet-I mahkuma adetinde dahildir. Matbualarının siyasetinde haiz oldukları teasir kabili ihmaldir. Bunlar millettir. Fakat başkalarının haysiyet-I siyasiyesinin mecburi mavenetleridir. Cezairliler, Faslılar, Kanada bir İngiliz eyaletidir. İngiliz tarz-I idaresi vechile ademi merkeziyeti siyasiyeye malikdir. İngiliz hükümetinin askeri ve harici rabıta i siyasiyesinden ma’da işlerinde adeta biganesidir. Kendi işini kendi görür. Fakat bu uzvi siyasi İngiliz değildir. Irken ekseri Fransızdır. Ancak bu ırk milletini kayb etmiş iken siyasi bir kisve dahline girmiş; Hüviyet- siyasiye sahibi olmuşdur.

     Yalnız bu hüviyet nim bir setreyi tabiyete bürünmüştür. Halbuki Meksika büsbütün başkadır. Hukuku düvel noktayı nazarından tam bir devlettir. Amerika devletlerindendir. Yalnız efradı müşkilesi olan Aztek’ler ve İspanyollar büsbütün değişmişler, adeta ayrı bir millet gibi hususi şekil almışlardır. Işte Lehliler, Çehler, Hintliler gibileri bir mevlüdü içtimaidir. Bir milletdir. Fakat şahsiyeti siyasiyelerinde noksan teazu vardır. Devlet değildir. Halbuki Kanadalılar daha ziyade Meksikalılar hatta şimali Amerikalılar, manevi birer şahsı siyasidirler, hümetdirler. Fakat hepsi tebdili tabiat etmiş, münfesih milletler bekayası ya metrukatıdır.

     Bu şekilleri izahta gözettiğimiz hedef hakkı hayat maddesidir. Millet şahsiyeti siyasiyeye malik olursa onun hayatı tehlikede olamaz. Olsa da çaresi kolay bulunur. Amerika gibi sonradan keşif olunmuş, ayrı bir hayatı siyasiye ye malik kıtanın devletlerindeki milliyetsizlik keyfiyeti hep hengamı keşifte her taraftan giden maceracıların milliyetlerini unutmalarından ve oradaki menafii cedidenin daha başka münasebat, daha kuvvetli revabıt ihdasından neşet eylemiş olduğuna şüphe edilemez. Binaenaleyh bu ciheti bir istisna addetmek lazımdır. Onlar da hayatı siyasiye olduğu halde hayatı milliyenin fıkdanı bu hali hususiden menbasıdır. Fakat, biz ki, bu hususiyetin – şüphesiz – biganesiyiz. Onu mevzuu bahis etmesek de yeridir. Binaenaleyh esas iddiamız olan kaide ihlal edilmemiştir.

     Millet: Şahsiyeti siyasiye sahabetle hakkı hayatını hissen muhafaza eder, edebilir. Aksi halde güçlük çeker. Nasıl, hukuk düveli noktayı nazarından devlet arazii mahdudeye, nüfusa, istiklale malik olan heyeti beşeriye ye denirse; Milletin de böyle vasıfları vardır. O da lisana, dine, ananeye, tarihe malik olacaktır. Bu ala noktadır ki, millet vucut verir. Insanlar ferd iken duymadıkları şeyleri birleştikten sonar his ederler. Işte o hissiyattır ki milliyetleri temsi eder. Hangi millet ki, kendi hükümetini teşhis eder, yani lisana, ananeye, dine malik olduktan başka, hududa, nüfusa, istiklale de bizzat sahiptir. Onlar için hayat, hakkı hayat vardır. Diğerleri – ki misallerini yukarıda bahsettimiz onlar – için o hakkın vücudu müslim iken muhafazası güçtür. Mürürü zaman, icbarı tabii de hür hülasa nice mesail ve keyfiyeti siyasiye, gün gelir ki, o milletin menfaatı mümeyyizesini siler, temizler. Yerine muhitindeki diğer birinin, bir galibin evsafını yazar. Nakş eder. O millet mas edilmiş olur. Işte hakkı hayatı mahvolanlar bu kabil milletlerdir. Hangi millet ki, yaşamak isterse istiklalini muhafazaya son derece say’ olmalıdır. Çünkü, istiklalsiz ne olursa olsun o nimet güç siyanet edilir. Ekseri edilemez de…

Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar

0486_0037-85_Page_05Ruhu zafer: Avusturyanın otuz buçuk santimetrelik ağır havan topları.

0486_0037-85_Page_05.jpg - 2Otuz buçuk havanların mermisi

0486_0037-85_Page_06Vakayı hazier münasebetiyle: Avusturya ve Macaristan hariciye nazırı Baron Boryan

0486_0037-85_Page_06.jpg - 2R.1: mehlevi kral Emanuel: hali ihtilal içinde bulunan Portekize İngiliz fesadıyla girmesi muhtemeldir.

R.2 : bir simayı şecaat: ahiren rütbesi maraşallığa terfi edilen şarki Prusya zaferi azimi kahramanlarından Von Bulow

 

YEVM-İ İSTİKLALİ OSMANİ HAKKINDA TEDKİKAT

(araştırmalar,incelemeler)

     Son zamanlarda hakikatine vukuf için memleketimizde pek ziyade uğraşılan mabahas (bahisler, araştırma yerleri) tarihiyesinden biride İstiklal-I Osmani ve yevm vukuatıdır. Bunun için ilk evvel salnamelerde (yıllıklarda) ancak 65 seneden beri muharrir bulunan 4 cumazievveli sene 699 tarihi kabul olunduğu halde, ahiren mübdei istiklali Osmani 699 senesinin son günü olduğu fikri hasıl olmuşdur. Osmanlılarda ilk hutbenin (emir ve nehiyleri beyan ve ihtar etmek) 688 senesinde kıraat ve ikame edildiği (meydana koymak, bulundurmak) tarihlerin en kadimlerinden (eski zaman, uzun zamandan beri var olan, evveli bilinmeyen) itibaren ekserinde münderic (yeralmış) bulunmasına nazaran ahiren (en son) mecmuamızda münderic bulunan bir makalede bu cihet tetkik ve bazı vesaik (vesikalar) ile teyid (doğrulama) olunarak bunun mebdei istiklal ad edilmesi beyan ve yevm vukuu (vakalar, hadiseler) dahi Hayrullah beyefendi merhumun tarihine istinaden taayün (meydana çıkarmak, belirtmek, anlaşılma, aşikar olma) ve ityân (delil getirmek, zikir, isbat) olunmuştur.   İş bu makale pek ziyade uzayacağı cihetle arız ve umuk icra kılınan tedkikat-I tarihiye üzerine hasıl olan netaic (neticeler) şimdiden bir veche ati beyan olunur.

     Osmanlılar yaşadıkları muhite nazaran nim ( yarı) müstakil bulundukları halde 688 senesinde istiklaliyat-I kesb (kazanç, kazanmak, kazanç yolu) etmişler 699 senesinde dahi bu istiklaliyatı te’yid (kuvvetlendirme, sağlamlaştırma) için merasim icra etmişlerdir. Bu suretde ilan-I istiklali ettikleri günün, tarihi icab ederki o da Hayrullah efendinin beyanı vechiyle (uslubuyla) 688 senesi recebinin ikinci haftasında olan Cuma günüdür. Birinci hükümdarımız cenab-I Osman Gazi namına kıraat olunan hutbe ile ibtida (başlangıç) etmiştir.

     Bu neticeye vasıl için tevessül olunan Türk istikra’ (etraflı bilgi edinmek, umumu araştırmak, hüküm sahibi olmak) zirde (alt, aşağı) beyan olunur.:

  • Osmanlıların yaşadıkları mühid ve ehval (haller, vaziyetler) siyasiyesi;
  • Anadolu Selçuki devletinin son zamanları ve iran’da teessüs eden Moğol Devletinin o zamana tesadüf eden ve ondan sonra olan vukuatı tarihiyesinden Osmanlılara men cihete taraf, yön, sebep, yer, mahal, semt) aid-i mübahis (bahsden, bir mesele hususunda konuşulanlar)
  • Osmanlıların ilk zamanlarına aid olup, Feridun bey menşeatında (esas,kök) müdreriç (içerisine konmuş , idrac edilmiş, yeralmış) bulunan üç kıta mensur (dağılmış, yayılmış, ilan edilmiş) ferman üzerinde icra kılınan tenkidat-I (bir kimse veya bir şeyin kötü taraflarını bulup ortaya çıkarma) tarihiye.
  • Osmanlılara dair onikinci asra kadar yazılan tarihlerle garbi ve farsi bazı tarih kitablarında dolayısıyla Osmanlılar hakkında varılan muvassıl (kısımlara ayrılan) muhtasar (az, kısaltılmış malumat).     Salnameler tarihi tesisiyesinden itibaren hayli zaman mütabii (tabi olan, uyan zaman) amire de tabi olunmuşdur. Mütabii mezkure takvim nazariyetinin tahtı idaresinde idi. 1268 tarihinde nezaret-i mezkurede Recai Mahmud effendi (1)ve musahhihliğinde dahi ba’de (sonra) vaki nüvis olan Lütfü effendi bulunur idi. Kaydı mezkurun ya Osmanlı müverrihleri kitabında (2): ”Seyir-i nebuyeden . . . tarihinden mesnevi “ şerifeden vesair kitab-I edebiyyeyi ahlakiden pek çok makaleler fıkralar, misaller ve Latif ( zaife dair) garbi ve Farsi ve Türkçe beyitler, mısralar mazbut hafıza-I bi nefadi (bitip tükenmek, yok olmak) olmakla münasebeti makam ile bunları irad (getirmek, söylemek, gelir, kazanç) ve inşad (okuma, sesini yükseltme, arayıp soruşturma) ederek meclis ülfeti pür feyz (bolluk bereket, ilim, irfan) neşat (sevinç, keyf, çalışmak) ederdi. Diye tarif ve met olunan Recai Mehmed Efendi tarafından veyahut asar-I mevcudeyi tarihiyesinden ilmi tarihiyedeki derece- i iktidarı? Anlaşılan Lütfü Efendi cenabından icra edildiği zan olunur.(3) ?      İstiklali Osmani gününün tayini hakkında maarif nezaretinden vuku bulan iş’ar (yazı ile bildirme) üzerine tarihi-I Osmani encümenince zahir olunan 4 cumazievvel senesin 699 tarihini nazarı-I itibara alınarak kitab tarihiye-I kadimeden hiç birinde görülemeyen bu kaydın bir vesika ile tevsikine luzum görülmüş idi. Encümen mezkür mecmuasının 25 inci numarasında yazılan bir makale kısmen mezkür tevsike hasr edilmiş idi. Hülasası dahi: İran hükümdarı Gazan Hanın 699 senesinde Mısırlılar üzerine vuku bulan seferinde 697 senesinde olduğu gibi ademi muvaffakıyeti zannıyla Konya tahtında bulunan Sultan Alaeddin Keykubat bin Feramuz el Selçuki Tatarlara karşı bazı harekatı isyaniye göstermiş, Mısırlılara galip gelen Han müşaraileyhe bundan muğber olarak Sultan müşaraileyhi derdest ettirip Tebrize celp etmiştir. Gazan Hanın Mısırlılarla vuku bulan harbi 28,Rebiülevvel sene 699 tarihindedir. Sultan Alaeddini Konya tahtından devir etmesi zikir olunan tarihten sonar olmak icab eder. Işte bu suretle Cemaziyülevveli sene 699 tarihi tevsik edilmişti.     Evveya Tatarlarla Mısırlılar arasında 697 senesinde katiyyen harp vuku bulmamıştır (5). Gazan Hanın Mısır üzerine icra ettiği seferlerden ilki 699 senesindedir. Bu husus Gazan Hanın 697 senesinde vuku olan mağlubiyetini müteakip Sultan Alaeddin nezdine vusulünden memnun olarak müşaraileyhe Konya tahtını vermesi ve 699 senesi harbine azimetinde evvelki gibi Tatarların mağlup olacağı zannının Sultanca hasıl olması küllen esastan ari olduğunu tebeyyün eder.     Gazan Han Tel Nasr harbinde Mısırlıları mağlup ettikten sonra cenuba doğru yürüyerek Şam’I ele geçirmiş ve 699 senesi Rebiülahirinden Recebine kadar orada ikamet ettikten sonra Tebrize avdet etmiştir. Bu halde Sultan Alaeddinin 699 senesi cemaziyülevvelinin dördüncü gününde derdest ve serian Tebrizde Gazan Hanın huzuruna esira olunması davası müşaraileyhin o esnada şamda bulunması cihetiyle hükümsüzdür. Tafsilat vaki 4,Cemaziyülevveli sene 699 tarihinin bu gibi vesika ile tevsik olunamayacağı ve her halde bu tevsikatın esasız bir nazariyeden ibaret olduğu tebeyyün eder
  • ————————–
  •      Gazan Han tarafından Sultan Alaeddin Keykubat Salise 697 senesinde Konya tahtı tevci olunmuştur. Tatar Emirasından Sülemiş 697 senesinde Anadoluda devleti İlhaniyeye karşı isyan ile hükümeti ele aldığından Gazan nasibi gerdesi olan Alaeddin hükümden sakıt olmuş idi. Anadoludaki naireyi isyanın intifası için Gazan Han Hanbenden bir ordu ile sevk olunan Çobanbey ile Sülemiş arasında 697 senesi Şubatında Erzincan sahrasında bir muharebeyi azime vuku buldu. Sülemiş mağluben isyandan temizledikten sonra maiyetindeki ümeradan Sutay’I bir kuvveyi askeriye ile serhadlerin muhafazası zımnında Anadoluda bırakarak kendisi Baküye askeriyle Halep cihetindeki memaliki İlhaniye sağurinin muhafazasına gitmiş idi. Sülemişin isyanı üzerine Konya tahtında hükmü kalmıyan Sultan Alaeddin Konyadan çıkarak İrana doğru azimet etmiş, lakın kendisinin Sülemişin isyanında müdahili olduğu veyahut ona mümaşat (yoldaş) ettiği fikri hükümeti İlhaniye nezdinde hasıl olduğu zannında bulunduğundan yolda ayak sürüyerek vakit geçirmiş ve hatta Çoban ile Sülemişin muharebesi esnasında Erzincan şehrinde bulunmuş idi. Çoban Beyin Anadoluyu ihtilalden temizlediği halde kendisini tahtına iade için teşebbüsatta bulunmaması bu fikrini takviye eylemiş idi. Bundan dolayı Erzincanda hayli müddet daha vakit geçirdikten sonra 699 senesi ibtidasında Gazan Hanın nezdine gitmeğe iktisabı cesaret etti. Tebrize gitti, Gazan Han tarafından hüsnü kabüle mazhar oldu. Alaeddin tekrar Rum Saltanatına tayin etti. Han müşarüileyhe o esnada Mısır harbine müttehi azimet olduğundan onu dahi maiyetine alıp 699 senesi seferinin yirmi altıncı günü Tebriz şehrinden hareket eyledi. Kürdistandan geçip Erbil mevkiine vasıl ve oradan Diyarbakıra doğru tevcih ederek ve esnayı tarikede garba doğru dönerek Reis Eliyen mevkii civarına ve solunda Alaeddine hayl ve hüssm ve kös ve sancak ve bayrak ve alem (6) ita ile Anadoluya gitmek için icazet vermiştir. Gazan Hanın Mısırlılarla harbinin vuku bulduğu Hama şehri civarında Tel Nasr mevkiine vusulü 699 senesi Rebiülevvelinin yirmi altıncı günü olduğundan Sultan Alaeddinin müşaraileyhin nezdinden iftirakı mezkur Rebialevvel ayının nısfından sonra olduğu anlaşılır. Bu halde Sultan Alaeddinin Mısırlılarla harp esnasında Konyada olmaşıp henüz yolda bulunduğu ve birkaç gün evvel düşman memleketinin serhadına karib bir mahalde ondan ayrıldığı ve bahusus evvelki tecrübesine nazaran Anadoluda ve tahtı Selçukiyede bekası Gazan Hanın hüsnü nazarına vabeste olduğu halde nasıl olur da Sultan Alaeddinin Hanı müşaraileyhin mağlubiyetini temenni eder olduğu gibi evvelki vechile de itibar asarı göstermedi (7) denilebili
  •      Anadolu Selçukilerinin son zamanları hakkındaki vesaiki mektubenin hakkıyla tetkikinden bir veche zir netayiç hasıl olmuştur
  •      Bu kayd 1268 senesinden itibaren neşir olunan salnamelerin hepsinde müderric olunduğu halde Osmanlılarca pek mühim olan bunu ondan sonra tarih kitabı yazanlardan hiç biri eserlerine, hatta Ahmet Vefik Paşa fezleke-I tarih-I Osmaniyesine, Hayrulah effendi Tarih-i Devlet-i Aliyesine, Cevdet Paşa KIssas-I Embiyasının son cildine geçirmemişlerdir. Onların mezkuru görememeleri gayri kabil olduğundan bu ciheti inzarı (tehir etme, geçiktirme) dikkate olmamaları şayan-I teamül ve mülahaza (dikkatle bakmak, tefekkür, bir işin hahikatini tedkik) 1267 senesinde tesis ve küşad olunan encümen (cemiyyet, şura, meclis) dâniş (bilgi, ilim, bilim) hayatına dahil olunub hayat-I mezkure ve Devlet-I Aliye-I Osmaninin iptidai (başlangıç, en once, başta) teşekkülünden itibaren tarihini kaleme almağa memur olan Mektubuzade Abdülaziz Efendinin tarihinde dahi 4 Cemazievveli sene 699 tarihi görülmüşdür.(4)
  •      Mamafih bu cihetler hakkında icra kılınan tetkikatın tafsilatını (açıklamalar) ibtidar (bir işe süratle başlama) evvel zikr olunan 4 cumazievvel sene 699 tarihiyle 699 senesi son gününe dair biraz tetkikat-I tarihiye icrasıyla esastan arî olduklarının tegabun( aldanma) ve isbatı luzumdur, şöyle ki 4 cumazievveline 699 ,ilk defa Devlet-I Aliye-I Osmani nin 1268 senesi salnamesine vaz olunmuşdur. Kadim katib mevcude-i tarihiyesinin katiyyen hiç birinde görülmeyen yevm- i mezkurun (evelce bahsi geçmiş olan) vazı hakkında malumata dest-res (zenginlik) talimat olmak için icra edilen tehriyat-i müsmir olmamıştır. Her ne kadar salnamenin birinci defa tertip ve neşri (saçmak, dağıtmak, vermek) Ahmed Vefik Paşa merhumun eser-i himmeti ise de merhum müşaraileyhin zikr olunan 1268 senesi Tahran sefaretinde bulunması bu kayd tarihini pek onun tarafından mezkur salnameye vazığ ve ithal olunduğunu tebeyyün (belli olmak sabit olmak ) eder.
  1. Osmanlı tarih ve müverrihleri, sahife 93.
  2. Keza S-02-03
  3. Kayd-I mezkurun salnamenin takvim kısmında mukayyid bulunması bazı zevatın zan ve beyanı veçhile sırrı müneccim tarafından vazını hiç bir vakit ifade etmez.
  4. Bu zat tahririne memur olunduğu tarihi Sultan Murad Han Evvel’in vefatına kadar getirmiş Encümeni Dâniş in inhilali sebebiyle itimamına muvaffak olamamışdır. Tarih-I mezkurun mesude halinde olan bir nüshası Hazine-i hassa müsteşar sabıkı Saki Halis Effendi hazretlerinin kütüb hanesinde mevcuddur
  5. Tarihi Osmani encümeni mecmuası, Numara 25, sayfa 45 – 4
  6. Tarihi Osmani encümeni mecmuası, Numara 25, sayfa 46
  7. Tezkereyi Aksarayı (Ayasofya Nüshası)

 Mabadı var.

İZAHI MÜHİM

          9 Şubat sene 1330 tarihli nüshayı nefisenizde “mühim bir bahisi ilmi” ünvanı altında “Osmanlılığın meftunu ve Türklüğün muhibi “ebu el Faruk Murad” Bey Efendinin bir makalesini okudum. Murad Bey Efendi istiklali Osmani hakkında derc buyurulan fıkrayı şayanı tebrik gördüğünü beyan ederken acizlerine de iltifat buyuruyorlar. Muverrih müşaraileyhin iltifat aliyelerine bir mukabeleyi şükran olmak üzere mühim gördükleri o bahis aleminin izahatına dair birkaç söz söylemeği muvaffık gördüm.

     Murad Bey Efendi istiklali Osmani hakkındaki fıkraları şayanı tebrik görüyor. Ala, fakat bu tebriki ifa ederken istiklali Osmani gününü bulmak mahaldir, hükmünü veriyor. Buyurduğu gibi istiklali Osmani gününü bulmak, Sultan Alaeddin Selçukinin vefatı gününün malüm olabilmesine mütevakkıf ise bu ciheti, Sultan müşarüileyhin asrı ricalinden Muhammed Bin Beyibi ve Mahmud Aksarayi gibi iki kazalık tezkereleri (1) tayin ediyor. Şark müerrihlerine merci yegane olan “akidelceman”da şu iki müverrihin kaydını teyid ediyoruz.(2)

     Lakin istiklali Osmani Hoca Saadettin, nişancı zade Muhammed Kudsi, münecim başı Ahmed Efendilerin dedikleri gibi Karacahisarın fethinden muteber olduğu surette balade isimleri tadad edilen tevarihi Farisiye ve Arabiyenin tasrihatı üzere ne Sultan Alaeddin Selçukiden, ne de tensip buyurdukları kuradan bahis etmek mümkün olamaz zan ederim.

     Çünkü Karacahisar’ın tarihi fethi gösterilen 687, 688 senelerinde Selçukiye hükümdarı Sultan Gıyaseddin Mesud bin Keykavus bulunduğunda ve Sultan Alaeddin Keykubad’ın tarihi irtihali (ölüm) 699’dan sonra olduğunda şüphe yoktur bu ciheti, bizim tarihi Osmaniyeden anlamak kabil değildir. Ancak isimlerini arz ettiğim tarihler ile sair tarihi Arabiye ye müracaatla tetkik ve hal etmek lazımdır.

     Bizim Osmanlı müverrihlerinin istiklali Osmani hakkındaki ihtilafatını kur’a usulü üzere hal etmekte imkan yoktur zan ederim. Çünkü kura; Malum, muayyen ve rüçhanda (üstünlük) mütesavi olan efrad ve eşyanın tayini rüçhanında ilm olmuş bir usulü küldür. İstiklali Osmani hakkında yekdiğerine mütenakız (zıt) olan akvalık mecmuada tarihen sahtı sabit olan şeylerden değildir ki kuraya müracaat lüzumu hasıl olsun. Eğer birinin sahtı sabit olsaydı ne ihtilafa mahal, ne de kuraya bir mevki kalmazdı. Böyle mühim bir bahis ilmi de kuraya bir tedbir ilmi olarak tavsiye buyurulmalarını muvafık göremiyorum.

     Murad Bey Efendi fıkrayı şayanı tebrik gördüğüne bir sebep daha var olduğunu şöyle tasvir buyuruyor. Aslımıza takrib etmek iddiasıyla imanlılıktan tecrid eylemek şeklini almağa müstead ve acayip bir Turanilik nöbeti bazı mahfilimize sirayet etmiş bulunuyor. Mesela Kostantin’iye muhasarasının cevheri kıymeddarı bulunan İstanbul namı bülend ve mebeccalini (yüce), güya Rumca filan sözlerden galat olmak bahanesi ile tebdiline lüzum iddia ediyorlar. Ezcümle, kütük namını ana tercih ediyorlar. Unutuluyor ki İstanbul namını koyan Rumlar değil, Türk ve Osmanlı gazileridir. Hattı zatında o nam bülend Osmanlılara has olan âli cenabın ve kahramanlığın naşir beliğidir – ki Türk lisanında onun kadar hukuku medeniye kesb etmeğe layık cümleler pek az bulunur.

     Bu makalenin altında mecmua heyeti tahririyesi tarafından şöyle yazılıyor. Fakat birçok noktayı nazarından – maatteessüf – mütalaalarına iştirak edemiyoruz. Çünkü bu gün tarih vesikadan ibarettir. Vesaik ve menhûtata istinad etmeyen mütalaat, rivayeti zaife neviindendir. Şu mütalaaya pek muhikk (haklı) görüyorum. Çünkü Murad Bey Efendinin mütalaalarını vesaiki tarihiye ile kabili telif göremiyorum.

     Türklerin aslını, yani fezail ve mefahiri ırkiyesini, kuvvanın ve adatı kavmiyesini, hayatı ictimaiyesini, ahvali tarihiyesini, rical ve edebiyatı kadimesini, teşkilatı lisaniyesini ilmi bir surette bilmek ve bildirmek isteyenlere karşı Osmanlılıktan tecrid etmeğe çalıştıklarını zan ederek bazı taraftan çıkan sedayı muvahizenin tarihi hayat akvamı yazan, Osmanlılığın meftunu ve Türklüğün muhibi olan bir müverrihi meşhurun ali kaleminden yükseleceğini zan etmezdim. Çünkü Türklerin muhibi olanlar takdir edecek iltifatlar, teveccühler beklerdim.

     Altay – Ural taksimatıyla Turani ligin kurûn (çağlar) salifedeki celalet tarihiyesini bir misalden daha aşağı farz edenlere karşı Turanilik nöbeti şimdi Osmanlılıktan tecrid etmek şeklini almağa müstead vacib görülse bile tali kariben pek çok hakayıkı milliyenin ilmi ve ameli bir surette inkişafatına hizmet edecek bir meziyet fevkalade göstereceğine gençliğin hulusu niyeti, salabet imanı, kavi azmi şahid olsun.

     Murad Bey Efendi Turanilik nöbetinin şiddetini İstanbul adının tebdili iddiasıyla temsil Kostantin’iye muhasarasının cevheri kıymetdarını İstanbul adı olmak üzere gösteriyor. İstanbul adını böyle har bir surette müdafaa edeceklerin başında Murad Bey Efendi gibi bir müverrih meşhuru göreceğimi tahmin etmezdim. Fakat müverrih müşarünileyhe de kalben emindir ki, Kostantin’iye muhasarasının cevheri kıymetdarı Türk ve Osmanlı gazilerinin kemali imanı, şecaat ve irfanıdır. İstanbul adı değildir.

     Murad Bey Efendinin gayet bülend ve mübeccel gördükleri İstanbul adını koyanlar, emin olsunlar ki Türk ve Osmanlı gazileri değil, belki Rumlardır. Bu şüpheyi hal etmek için uzun boylu uğraşmağa mahal yoktur. Her yerde mebzulen bulunan yeni basma kamus tercümesinin kast maddesi zilinde (etek) ve diğer matbua olan Burhan-ı katı’da görülebilir. Bunlara itimad buyurulmazsa fazileyi İslam’dan Yakut Hamevi Osmanlıların ceddi âliyesi olan Sultan Osman Han hazretlerinin tevellüdünden, hatta dedesi Süleyman Şahin Anadolu’ya vürudundan mukaddem telif eylediği Muacim Elbeldan adlı eseri meşhurunda mevzuu bahisimiz olan İstanbul adını şöyle tarif ediyor:

0486_0037-85_Page_08

     Şu tariften müstebat olduğu İstanbul, Rumların zamanında ve Osmanlılardan, Osmanlı devletinin teşkilinden evvel Rum imparatorluğunun merkezi olan Kostantin’iye şehrinin adıdır. Bey Efendinin iddia buyurdukları gibi Osmanlıların vazı değildir. Bir hükümetin teşkilinden evvel, fetih edeceği beldelere ad koymak garabeti her halde şayanı müdafaa olmasa gerek.

     İstanbul kelimesinin (istan) ve (boli) gibi iki Rumca kelimelerden mürekkeb olduğunu iddia eden, Rumlardan büyük müverrihlerdir. Rum lisanına vakıf olan zevattır. Kostanboli, Niğboli, Yaniboli gibi şehir adları da İstanbul’un aynıdır. Bunları da Türkler ve Osmanlılar koydu denemez ya! İstanbul kelimesinin Rumca iki kelimeden mürekkeb olduğunu Asım Efendi tercümeyi kamusta ve müverrihi meşhur (ibni el Sir) de Osmanlılardan mukaddem telif eylediği (el kâmil) adlı eseri matbu unda müteaddit yerlerinde tasrih ediyorlar.

     Acizleri şu vesaiki tarihiyeden nakil eyledim. Fakat İstanbul adının lüzumu tebdilini hilafeti İslamiye ye karşı iddia edecek kadar bir cürette bulunmadım. Yalnız İstanbul, Kostantin’iye ve Konstantinapol gibi bizim lehçemize göre hakikaten acayip ve gayri muvaffak isimlerin tebdili takdirinde milli olarak gösterdiğim üç isimden birinin intihabı arz ve temenni etmiş idim.

     Osmanlılığı Turanilikten başka gördüğü halde “Türklüğe en büyük şeref bahş eden muvaffakiyeti beşeriyeden beri” addeden Murad Bey Efendi şu İstanbul adı için “hattı zatında o namı bülend Osmanlılara has olan ulvi cenabın ve kahramanlığın neşir beliği” sayarsa acizleri de “Türk lisanında onun kadar hukuku medeniye kesb etmeğe layık” ve belki ondan ziyade müstahak olarak hakikaten mübeccel (yüceltilmiş) ve lügatten mübarek olan (kütük) adı bulunduğunu iddia edebilirim.

Amasyalı: Hüseyin Hüsameddin

 

ÇANAKKALEDEKİ DÜŞMAN ZIRHLILARI

     Çanakkale boğazı istihkâmatıyla harp eden düşman gemilerinin ebad ve cesameti hakkında izahat itası kaideden hali değildir. Vakti salihada Bahri Sefid’deki İngiliz filosu HMS İnflexible, HMS İndomitable, HMS İndefatigable, HMS İnvincible namında dört kıta saf harb kruvazörleriyle HMS Defence, HMS, HMS Black Prince, HMS Duke of Edinburgh, HMS Warrior zırhlı kruvazörlerinden ve bunlardan maada dört hafif kruvazör, 32 kıta torpidobot’ la altı tahtelbahirden mürekkeb bulunuyordu. Harbi umuminin ibtidasından beri bu filo epey tebdile uğradığı gibi bilhassa Çanakkale bombardımanının icrasına başlanılınca sefaini saire ilavesiyle takviye edildi. Mesela HMS İndomitable şimal denizindeki muharebeyi bahriyede hazır bulunduğu cihetle şimdi Çanakkale’de değildir. Şimdiye kadar hükümetin tebliği resmiyelerinde bildirilen esamiye göre HMS Agamemnon, HMS Irresistible, HMS Majestic zırhlılarının Çanakkale’yi bombardıman eden İngiliz filosuna dâhil bulunduğu resmen tahakkuk etmiştir. Resimlerini bu nüshamıza derç ettiğimiz sefaini mezkûre hakkında bir veçhe ati malumat veriyoruz.

     HMS Agamemnon – bu zırhlı diğer eşi – HMS Lord Nelson ile beraber dretnotlardan mukaddem, en son inşa edilmiş olan kuvvetli sefaini harbiyedendir. 16750 ton cesametinde, 19 mil sürate haiz, dört adet 45 çap tülunda 30,5 luk, on adet 50 çap tülunda 23,4 lük yirmi dört adet 7,6 lık topla ve beş adet mitralyözle mücehhezdir. Krupp çeliğinden mamul olan zırhları da 76 milimetreden 305 milimetreye kadar tahallüf eylemekte ve geminin aksamı muhammesini muhafaza etmektedir. Mürettebatı 860 kişidir.

     HMS İrresistible – geçenlerde yekdiğerini takiben Şimal denizinde gark olan HMS Bulwark ve HMS Formidable zırhlılarının eşidir. Beş tane mümasili daha vardır.

     15250 ton cesamette 18 mil süratinde ve dört adet 40 çapı tülunda 30,5 luk, on iki adet 45 çap tülunda 16 lık on altı adet 7,6 lık toplarla mücehhezdir. Zırhları Krupp çeliğinden mamul ve oldukça kalındır. Mürettebatı 750 kişidir.

   HMS Majestic – İngiltere’nin üçüncü filosuna dâhil bulunan ve harbi umumiden evvel muvazzaf (görevli) sefain listesinden çıkarılması yani tekâüd edilmesi zamanı yaklaşmış olan bu zırhlı yirmi senelik eski bir sefineyi harbiyedir. 15150 ton cesametinde 17,5 mil sürate haiz ve dört adet 35 çap tülunda 30,5 lık on iki adet 40 çap tülunda 15 lik, on altı adet 7,6 lık toplarla mücehhezdir. Zırhları Harvey çeliğinden mamul olup biraz fazla kalınca ise de Krupp çeliği kadar mukavim değildir. Mürettebatı 757 kişidir. Bu geminin topları hep kısa çaplı olduğuna göre tesirleri ve menzilleri azdır.

     “French battleship Suffren” Suffren – bir Fransız zırhlısıdır. Her ne kadar Çanakkale pişeğahındaki muhtelit (karışık) düşman donanmasında bulunduğu resmen beyan edilmemiş ise de Avrupa matbuatında bu geminin bombardımana iştirak ettiği ale-l-ekser (her zaman) zikir edilmektedir. 12730 ton mai mahrecinde 18 mil sürate haiz ve dört adet 40 çap tülunda 30,5 luk on adet 45 çap tülunda 16,4 lük sekiz adet 45 çap tülunda 10 luk ve yirmi adet 4,7 lik, toplarla mücehhezdir. Zırhları Harvey çeliğinden mamul ve alelade bir sihandadır (kalınlık). Mürettebatı 655 kişidir.

0486_0037-85_Page_10İngiliz HMS Majestic zırhlısı.

0486_0037-85_Page_10.jpg - 2Fransızın Suffren zırhlısı.

İTALYA DONANMASI

– umumi harbin son safhası münasebetiyle –

     Çanakkale boğazının ingiliz, Fransız donanmaları tarafından zorlanması, İtalyan gazetelerini dalmış gibi göründükleri sükun ve lakaydı uykusundan hemen uyandırdı. Italyanın menfaati haleldar oluyor, şimdiye kadar muhafaza ettiğimiz bitaraflığı daha ziyade devam ettiremiyeceğiz. . . demeğe başladılar. Bu da, acaba İtalya donanması nasıl bir kuvvet teşkil ediyor? Sualini zihinlerde canlandırdı. Işte ben bu makalemle onu izaha çalışacağım. Ümit ederim ki, donanma mecmuasının muhterem karileri istifade edecekler ve memnun olacaklardır.

     Bir zamanlar pek kuvvetli bir donanmaya malik olan İtalyanlar bir müddet de atıl kalmışlardı. Fakat son seneler zarfında büyük bir himmetle çalıştılar, donanmalarını – bilhassa ağır topları hamil dretnotlarla – takviye ettiler.

     Italya donanması altısı dretnot sisteminde olmak üzere on dört zırhlı, dokuz zırhlı kruvazör, altı muhafazalı kruvazör, kırka yakın muharib, yetmiş kadar torpido, yirmi tahtelbahirden mürekkebdir.

     Evvela dretnotları gösterelim;

     1 – Anrdrea Doria ve Caio Duilio dretnotları. Her biri 22700 tonilato cesametinde, 23 mil süratindedir. Beherinde on üç adet 305 lik, on altı adet 152 lik, yirmi dört 76 lık topla üç adet torpido kovanı vardır.

     Her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 5784 kilogramdır.

     2 – Giulio Cesare, Leonardo da Vinci, Conte di Cavour dretnotları her birinin hacimleri 22500 tonilato, süratleri 23 mildir. Beherinde on üç adet 305 lik, on sekiz adet 120 lik on sekiz adet 76 lık topla üç kovan vardır.

     Her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 5620 kilogramdır.

     3 – Dante Alighieri dretnotu. Hacmi 19500 tonilato, sürati 23 mildir. On iki adet 305 lik, yirmi adet 120 lik, yirmi iki adet 76 lık topla üç kovanı hamildir. Bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 5226 kilogramdır.

     Şimdi adi zırhlıları gösterelim;

     1 – Roma, Napoli, Vittorio Emanuele, Regina Elena zırhlıları. Her birinin hacmi 12800, sürati 21,5 – 22,5 mildir. Beherinde iki adet 305 lik, on iki adet 203 lük, yirmi dört adet 76 lık topla iki kovan vardır. Her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 1450 kilogramdır.

     2 – Regina Margherita, Benedetto Brin zırhlıları. Her birinin hacmi 13400 tonilato, süratleri 20,5 mildir. Beherinde dört adet 305 lik, dört adet 203 lük, on iki adet 152 lik, yirmi adet 76 lık, iki adet 47 lik topla dört kovan vardır.

     Her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 2039 kilogramdır.

     3 – Ammiraglio di Saint Bon, Emanuele Filiberto zırhlıları. Beherinin hacmi 9800 tonilato, sürati 18 mildir. Her birinde dört adet 254 lük, sekiz adet 152 lik, sekiz adet 120 lik, sekiz adet 57 lik, iki adet 37 lik, topla dört kovan vardır.

     Beherinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 1104 kilogramdır.

     Burada dikkat edilecek en mühim cihet son iki zırhlıdan sarfı nazar İtalyan donanmasındaki sürattir. Altı dretnotun hepsi 23 er mil koşabilecekleri gibi zırhlılar da 20 mil hareket edebileceklerdir.

     Bütün İtalyan zırhlılarının mecmuen borda atışı 45740 kilogram oluyor. Bu mühim rakkamı biraz sonra yapacağımız mukayese için hafızamızda saklayalım.

     Zırhlı kruvazörler:

  • San Marco, San Giorgio; Her biri 10300 tonilato hacminde ve 23,4 mil süratindedir. Beherinde dört adet 254 lük, sekiz adet 190 lık, on altı adet 76 lık, iki adet 47 lık topla üç kovan vardır. Her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 1270 kilogramdır.
  • Pisa, Amalfi;   Her birinin hacmi 10400 – 10600 tonilato, süratleri 23,6 – 23,8 mildir. Topları ve endaht edecekleri güllelerin ağırlıkları bircilerin aynıdır.
  • Francesco Caracciolo, Giuseppe Garibaldi, Varese. Her birinin hacmi 7400 tonilato, süratleri 19 – 20 mildir. Beherinde bir adet 254 lük, iki adet 203 lük, on dört adet 152 lik, on adet 76 lık, altı adet 47 lik topla dört kovan vardır. Beherinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 753 kilogramdır.
  • Carlo Alberto, Vettor Pisani. Her birinin hacmi 6500 tonilato, süratleri 19 mildir. Beherinde on iki adet 152 lik, altı adet 120 lik, on dört adet 57 lik, iki adet 37 lik topla dört kovan vardır.

 

Italyanın zırhlı kruvazörleri: Sondakiler müstesna – hacimlerine nispeten kuvvetli gemilerdir. Hepsinin birden borda ateşi 8339 kilogramdır. Muhafazalı kruvazörlerine gelince; Bunlardan Nino Bixio, Marsala, Quarto sefineleri 28 – 28,6 mil gibi azim süratlere maliktirler. Mesela Fransanın bu gün bu süratte bir kruvazörü yoktur.

     Muhriplerinin ekserisi küçük ise de umumiyetle süratlidir. Içlerinde 35 mil koşanlar vardır. Hususiyle yeni inşa edilenlere on iki santimlik toplar konmuştur ki henüz başka bir hükümetin böyle ağırca top taşıyan muhribi yoktur.

     Torpidoları meyanında 32 mil süratinde bulunanları vardır. Tahtelbahirlerine gelince; Bu hususta bir şey söyleyemeyiz. Çünkü bu görünmez sefinelerin kıymeti kullananlarla mebsuten mütenasiptir. Harbe iştirak ettikleri takdirde İtalyanların bunlarla ne işler görebileceğini ancak hadiseler gösterecektir.

     Şimdi Fransız donanmasını hatırlayabiliriz. Fransanın bu gün derdi dretnot. Altısı dretnota yakın olmak üzere yirmi iki zırhlısı vardır. Süratleri 17 – 20 mil arasındadır.

     Paris, France, Jean Bart, Courbet namları verilen dretnotlarından her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin mecmuu 4785 kilogramdır.   Halbuki İtalyan dretnotlarından her biri 5784 kilograma kadar gülle atıyorlardı. Bu noktadan İtalyanların Fransızlara pek bariz bir tefevvukları olduğunu izah etmek istemem. Fransız zırhlılarının süratdeki noksanını da unutmamalıyız.

     Dritnotlara yakın zırhlıları: FS Danton, FS Mirabeau, FS Voltaire, FS Diderot, FS Condorcet, FS Vergniaud bunların büyük topları aynı çapta değildir. Her birinde dört adet 305 lik, on iki adet 240 lık, top vardır. Beherinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 3080 kilogramdır. Diğer zırhlıları meyanında ancak beş tanesi yenidir. Diğerleri içinde yirmi senelik olanları vardır.

     Mecmu on dokuz adedini bulan zırhlı kruvazörlerine gelince bunlardan en büyük ve mühimmelerini Balkan harbi esnasında payitaht halkımız görmüştür. Bu sefineler denebilir ki Fransız kavminin ruhundaki mantıkcılığın, azimet hissinin birer timsalidir. Her biri dörder altışar bacalı, yüksektir. Halbuki muharebe aleti olmak noktasından kıymetleri gayet dûndur. Çünkü içlerinde on dokuz santimlikten daha büyük top taşıyan yoktur. Mesela en muhteşemlerinden Ernest Renan’ı nazara alalım; bu kruvazörde dört adet 190 lık, on iki adet 160 lık top vardır. Bir defada atacağı güllelerin miktarı ancak 772 kilogramdır.

     13640 tonilato hacminde olan bu kruvazöre mukabil İtalyanın mesela 10300 tonluk San Marco zırhlı kruvazörünü alalım; üzerinde dört adet 254 lük, sekiz adet 190 lık top olan bu sefinenin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 1270 kilogramdır. Demek isterim ki İtalyanın bilhassa San Marco, San Giorgio, Pisa, Amalfi kruvazörleri mahir ellerde olmak şartıyla Fransanın on, on beş kruvazörüne tekabül edecek kudreti haizdir.

     O halde biz şurada bütün Fransız zırhlılarının borda ateşini gösterelim; Fransız zırhlılarının bir defada fırlatacakları güllelerin ağırlığı 54391 kilogramdır. Italyanların 45840 kilogram olduğuna nazaran arada 8651 kilogramlık bir fark var ki evvela pek büyük değildir. Saniyen bu fark, avusturya donanması temil edilince Fransızların aleyhine daha fazla olarak hasıl olur.

     Avusturyanın küçük fakat seri ve kuvvetli filosunu teşkil eden zırhlılardan üçü dretnot, diğer üçü dretnota yakın olmak üzere on iki zırhlısı vardır. Dretnotlardan her birinin bir defada fırlatacağı güllelerin ağırlığı 5673 kilogramdır. Bütün Avusturya zırhlılarının borda ateşi 32237 kilogramdır. Bunu İtalyan zırhlılarının borda ateşine zam edersek çıkan miktar 77977 kilogram olur. Buna mukabil İngilizlerin Akdeniz filosunu hatırlayabiliriz. Bugün bunların miktarını kimse bilemez. Ingilizlerin Akdeniz filosunu Avusturya zırhlıları kuvvetinde farz etsek bile unutmamaklığımız icab eden bazı hakikatler vardır.

     Evvela bir Fransız dretnotu Avusturya tahtelbahirlerinden biri tarafından ya gark veyahut pek ağır surette rahnedar edilmiştir.

     Saniyen bu güne kadar boğazların önünde uğraşan İngiliz ve Fransız zırhlılarından bir çoğunun harap olduğu malümdur. O halde demek isterim ki İtalya ittifakı mesellesin lehine olarak harbe iştirak ettiği gün – üç milyona yakın İtalyan ordusunun Fransayı derhal işgal edeceğinden sarfı nazar – Akdenizde Fransız – İngiliz tefevvuku suya düşmüş olacaktır.

Yekta Bahe

KISIR – NAPOLYON

Ingilterenin ablukası – biri abluka

LE BLOCUS CONTİNENTAL

(kara ablukası)

     

          Ingilterenin ablukası meselesi – 1806, 1915 – Wilhelm ve Napolyon – İngilizlerin usulü harbi – Denizler hakimiyeti – Gayri medeni tazyik – Napolyon ve Pit – Boloni ordusu – Berlin beyannamesi – Bizi ablukanın ilanı ve netayiçi – Bonapartın maksatları – yüz sene sonra – Viniyam bitik halkları – Edvar Garay – ondokuzuncu ve yirminci asrın bitarafları – korsanlar ve yeni tahtelbahirler – Napolyon yapamadığını ikinci Wilhelm yapacak mı? – şimdiki Alman tadbirinin Fransa tedbirine rüchanı neticeye itminan ile intizar.

     Campo Formio muahedesinden, musâlahâsından sonra hala galip Fransız ordularıyla meşgul olmak isteyen Avusturyalıları Marengo’da, Ulm ve Viyana’da; Rusları evvela Osterlich ve daha sonra Eylau ve Friedland’da Prusyalıları Jena ve Auerstadt’da mağlup ve muzmahill eden Napolyon Bonapart; Bütün Avrupa vaziyeti siyasiyesini hercümerc edecek. Tarihe yeni bir karn açacak kadar batış ve şiddet gösteren daha cengarveranesinin yalnız bir hail karşısında setlere çarparak dağılan Bahri Muhit dalgaları gibi aciz ve akim kaldığını görüyor. Yalnız bir düşman na-mer’I ve garip önünde gurur ve inadının ezildiğini his ediyordu. Ingilizler ve William Pitt

     Filhakika daha o zamanlar dört yüz elli parçayı mütecaviz muhib bir donanma ile ibharı cihan üzerinde iddiayı hakimiyet eyleyen; On sekizinci asrın nısfı evvelinde inkişafa başlamış “müstemlekat” ve “istilayı cihan” siyaseti ancak bu inhisarı hakimiyet sayesinde temine muvaffak olan İngilizler kendilerine bir rakip olabileceğini tahmin eyledikleri her millet gibi, ihtilali kebirin canlı nağmeleriyle iktisab zindeği etmiş Fransızları da mahf ve muzmahill eylemeğe ve bunun için bermutad kendilerine fiilen ziyanı dokunmayacak her türlü fedakarlıkları iktihama karar vermiş görünüyorlardı.

     Napolyon’un muzaffer orduları, bir ibdayı dehakarane mahsulü olan yeni yeni sevkülceyş ve tabiye hareketleri ile kendi aleyhine ittihad eden müttefik kara devletlerinin ordularını birer birer mahf ve imha ederken Abu Qir ve Trafalgar’da Napolyon donanmalarını ezmeğe muvaffak olan İngiltere hükümeti Fransanın hemen bütün müsta’meratını istila ediyor. Sarf eylediği milyarlarca lira sayesinde Fransız İmparatoruna karşı yeni ittifaklar hazırlıyor ve bunlarla da iktifa etmeyerek o zamanlar ağır eşyayı ticariyenin yeğane vasıtayı nakil ve sevki olan denizleri sed ve zabt ile Fransa mahsulat ve mamulatını mahrecsiz, ilim sanayii, fabrikalarını mevâd ibtidaiyesiz bıraktırıyor ve siyaset ve harp buhranlarıyla mahf edemediği bu yeni hayat ve faaliyet menbaını açlık, sefalet, parasızlık ve işsizlik kabusları altında boğmağa çalışıyordu.

     1806 da Bonapart muhteşem bir zafer alayıyla Berlin’e girerken Manş ve Gaskonya denizleri sahillerinde dolaşan İngiliz gemilerinin heyhülası, bu parlak rüya üzerine düşmüş bir cehennem kabusu vehmini veriyordu. Filhakika elde hiç olmazsa muadil bir donanma bulunmaksızın İngilizleri mahf etmek, mecbur aman eylemek hemen müstahildir. Napolyon Manş sahilindeki Polonyada yüzbin kişilik bir ordu ve binlerce ufak sandal ve sallardan mürekkeb bir kuvvetle ilk fırsatta bütün Britanya adalarını istilaya müheyya dururken bile İngiliz gemilerinin ve toplarının arada sırada inikas eden valulyi istihzası bu tatlı hayalin rişelerini kırarak, imparatorun ümit ile mali çehresine meşum ve mazlum bir gölge serpiyordu. Bonapart daha küçük bir General iken, henüz imparatorluk taç ve asasını rüyalarında bile kavuşamamış iken asıl şayanı itiraz ve endişe düşmanın kimler olduğunu ve bunların ne suretle ezilmesi mümkün bulunduğunu pek iyi anlamış ve İngilizleri her şeyden evvel yegane hayat ve servet menbağları olan Hindistandan vurmak için o bedbaht Mısır seferini açmıştı. O zaman ancak Müslüman ve Türk azmiyle kırılan bu sefer muvaffakiyete iktirân etse ve Napolyon imparator olduktan sonra yaptığı gibi henüz Ehramlar muharebesine giderken de halifeyi islamiyenin ve Sultan Osmaniyenin ittifak ve meveddet olsun tahsil eylese idi hep şüphesiz İngilizler en muharrib bir darbe altında ezilmiş olur ve tarih bu gün başka bir çehre gösterirdi.

     Mamafih bu birinci çarede muvaffak olamayan Napolyon İngilizlere karşı yeni bir usulü harp açmakta tehir göstermiyor ve tıpkı William Pitt’in Fransızlara yaptığını, yani ticaret ve iktisadın imhası muharebesini Britanya hükümetine karşı ilanda tereddüt etmiyordu.

     12,Teşrinievvel,1806 da neşir edilen Berlin emirnamesiyle, şimdi Almanların yaptıkları gibi bütün İngiliz sahilinin abluka edilmiş olduğunu ilan ve Fransa ile müttefiklerinin mezkür kraliyet ile icrayı ticaret eylemesine mani ediliyordu. İmparator hemen hemen bütün avrupa üzerinde hakim olduğu için doğrudan doğruya Fransa himayesinde bulunmayan millitler bile bunu usulü “kara ablukasına – Blocus continentale” na girmeğe mecbur oluyordu.

İngilizler aynı zamanda yalnız kendilerine has olan bu gayri insani ve zalimane tedbiri bitaraflara karşı da tatbik ediyorlar ve herhangi bir bitaraf devlet mensubu olan bir sefinenin mahali matluba hareket etmezden evvel İngiliz limanlarından birisinde muayeneye tabi tutulması ve muayyen bir miktar cezayı vermesi meşrut olduğunu ileri sürüyorlardı. Napolyon da buna karşı her hangi bir İngiliz limanında muayene olunmağa riza gösterecek bitaraf gemilerin tebdili milliyet ve tabiiyet ederek İngilizleşmiş ad olunacağını ve bu surette de müsadere veya gark edilmelerinin meşru bulunacağını ilan etmişti.

     Tetbir gayet mantiki ve makul olmakla beraber vesaiti tatbikiyenin fıkdanından dolayı tamamen faidesiz kalmağa mahkümdu. Evvela Napolyon bir donanmaya malik değildi. Binaenaleyh denizlerde seyir ü seferine hiçbir surette mani olamazdı. Elinde İngiliz ticaret bahriyesini tahrip için yeğane vasıta Saint-Malo ve Britanya sahillerine mensup cesur ve pervasız bazı korsan sefineleri idi ki bunlar, fedakarlıkları ne kadar payansız olursa olsun bittabi üss-ül-harekelerinden uzun müddet ayrılamıyorlar ve muntazam ve muhib bir donanmaya karşı müesser ve müsmir bir vasıtayı tecavüz teşkil edemiyorlardı. İkinci vasıta olan Avrupanın bil umum kara limanlarını İngiliz ticaret ve sefainine sedd meselesi de tamamıyla tatbik edilebilmek imkanından mahrumdu. Çünkü bütün Avrupa, hatta kendi müttefikleri bile Napolyon, bu galib cebbârın dosttan ziyade düşmanıydı. Hepsinin namağlup ve müstebit hükümdar serseriden alınacak bir intikamı, temizlenecek bir hesabı vardı. Onun için cebren ve zahiren tabi bulundukları bu ablukaya itbâ şöyle dursun, kaçakçılığı mümkün olduğu kadar teshil ediyorlar ve her fırsatta İngilizlerle icrayı ticaretten hali kalmıyorlardı.

     Sonra on, on beş seneden beri, biri birinden daha vahim buhranlar içinde bocalayan, servet ve ticareti esasen pek ziyade hırpalanmış bulunan, böyle uzun ve müellim bir harb-i iktisadiye asla hazırlanmamış olan Fransa’da bile ablukaya tamamen riayet mümkün olmuyordu. Halk vahametini anlayan Napolyon ablukanın ilanından pek az bir zaman sonra, Fransa depolarında yığılıp bozulmağa başlayan ve İngiltere’de en pahalı ve kıymetli bir fiyat ile satılan buğday, odun, kenevir, üzüm, şarap, rakı ve ipek gibi mahsulatın Britanya’ya sevkine rıza göstermiş ve aynı suretle İngiltere’den de her nevi deriler, kırmızı, çivit gibi şeylerin ithaline muvafakat etmişti. En ziyade şiddeti İngiltere müstemlekatının mahsulatına karşı ibraz ediyor ve pamuk, kahve, şeker, çikolata, zamk ve saire gibi mevadın vürud ve fürûhtına her vasıta ile mani olarak İngiliz erbabı ticaret ve sanayiini bu suretle izrar ve tahribe çalışıyordu. Lakin bundan da en ziyade müteessir olan yine Fransa idi.

     Velhasıl o zaman abluka şeraiti – fıkdan ve noksan vesaitten dolayı – Fransızlardan ziyade İngilizlerin lehinde bulunuyor ve binaenaleyh Napolyon en büyük hasmını ezmek için icad eylediği bu mücadeleden menfaatten ziyade zarar görüyordu. 1806 da o kadar parlak ve pür ümit muvâade ile ilan olunan abluka sürüklene sürüklene ve yalnız lafzen 1812 senesine kadar can çekişe bilmiş. Ve o sene açılan ve Napolyon’un izmihlali ve sükûtuyla neticelenen Moskova seferi meşhuriyle son nefesini de teslim etmişti.

     Napolyon’dan yüz sene sonra, galip Almanya’nın galip imparatoru ikinci Wilhelm aynı suretle İngiltere sahilinin abluka edilmiş olduğunu ilan eyliyor. Bununla beraber gerek vaziyet ve hali ictimai noktayı nazarından ve gerek bir asırlık terakkiyatın tevlid edeceği farklardan pek iyi bir surette hüküm edebiliriz ki; Almanların bugün ilan eyledikleri abluka, Napolyonun ablukasına asla müşabe olmayacak ve her türlü vesaiti mükemmele ve nafize ile takviye edilen bu abluka teşebbüsü bu sefer her zamankinden daha ziyade müsmir bir neticeye iktiran eyleyecektir. Bunu ispat eyleyeceğiz. Bugün Almanya tarafından ilan edilen abluka ile 1806 da Napolyon tarafından ilan olunan ablukanın arasında neticenin muvaffakıyete iktiranı itibariyle pek büyük farklar vardır. Her şeyden evvel böyle – bilhassa müstemlekat mevaridatına ait – iktisadi ve ticari bir harbin İngiltere menabi servetini baştan başa rahnedar edeceği gayri kabili inkardır. Bir defa bu hakikat tezahür eyledikten sonra düşünülecek şeyi Almanya’nın mev’ûd olan bu tahdidinde muvaffak olup olamayacağıdır.

   Napolyon İngilizlere karşı en müessir add edilen bu vasıtayı harpte; Elindeki vesaitin noksan ve ademi kifayesinden dolayı muvaffak olamamıştı. Eğer Napolyon’un elinde İngiliz limanlarıyla münakale ve muvasalasını bir sureti fiiliyede kat ettirecek kuvvet ve kudret olsa idi hiç şüphesiz neticeyi zafer Napolyon’un lehine ibtisam ederdi.

     Bugün Almanya ilan eylediği bu abluka tehdidini tamamıyla ikaidi kaderdir. Her şeyden evvel böyle bir ablukanın netayicine Almanya vatanı kırk seneden beri hazırlanmakta ve bir taraftan terakkiyatı sanayiini üç bela ref’iyyete is’âd eylerken diğer taraftan memleketin pek ziyade muhtaç olduğu vesaiti ziraiye ve iaşeyi de temin etmekte idi. Binaenaleyh bugün bütün Almanya’nın umumi bir ablukadan göreceği zarar ve ziyan ancak bazı mevadı ibtidaiyeye arzı iftikar eden fabrikalarının tatilinden ibaret olup bu mani ise esas itibariyle Germen imparatorluğunun kuvveyi mukavemesini kesr edecek bir mahiyette değildir. Buna mukabil Almanlar İngiliz sahiline – bundan yüz sene evvelkine – asla müşabe olmayan bir tarzda abluka ilan eylemişlerdir. Bu abluka basit ve izah edeceğimiz netayici düşünüldüğü halde – görülecektir ki mutlaka muvaffakiyete iftiran eyleyecek ve bir taraftan Mısır tarikiyle Hindistan yollarını tehdit eden Osmanlı satvet ve şeametine İngiltere ticaretini kendi sahillerinde mahf ve imha edecek olan Alman tahtelbahir tecavüzleri birkaç zaferi nihayi ilave eyleyecektir.

A, La.

MISIRDA İNGİLİZLER

     İngilizler, Hind müstemlekeyi cesimesi ile Britanya adaları arasında bir hattı ittisâl vücuda getirmek için pek adi bahanelerle, sebeplerle Mısır kıtasını otuz üç sene evvel işgali askeri altına almışlar ve orada hükümran olmağa başlamışlardı. Fakat aynı zamanda hem Avrupa’daki rakiplerini, ezcümle Fransızları kuşkulandırmamak, hem de efkârı İslamiyeyi galeyan ve heyecana getirmemek için güya Mısır hükümetinin mevcudiyetine dokunmamışlar ve saltanatı seniyyenin bu kıta üzerindeki hakkı himayesini ve metbuiyyetini tanımışlardı. Haddi zatında ise Mısır’ı her manasıyla gasb ve temlik etmişlerdi.

     Diyarı İslam’ı ve alel umum zengin ve feyyaz kıtaları, memleketleri cenabı hakkın kendilerine mahsus olarak halk ve ibda edildiğine ve tahkimin yalnız kendilerine ait bir hak olduğuna sıkı bir iman ve kanaat ile sarılmış olan İngilizlerle, bu hain milletle hayat ve memat kavgasına giriştiğimiz, kanal, Irak ve Çanakkale’de çarpıştığımız bir sırada onların Mısırdaki icraatından bahis etmek, İngiliz idaresinin, İngiliz siyasetinin nasıl kemirici ve yalayıp yutucu bir idare olduğu hakkında vatandaşlarımızca meçhul kalmış noktaları izah ile az çok müfid malumat vermek ve efkârı umumiyeyi tenvir eylemek elbette kaideden hali değildir, böyle olmakla beraber bir vazifedir.

     İngilizler hakkında herkeste yanlış bir kanaat vardır.   Bu kanaati bizde hâsıl eden şeyi de İngilizleri hakiki dost add ederek efkârı umumiyeyi daima onların fezailiyle hali işba’a getirmiş olmamızdır. Bu ya geliş gidişimizdendir ki İngilizler bizden ne kadar müstefid olmuşlarsa, bilakis biz onlardan istifadelerinin merbaiylen makusen mütenasib zararlara, hasarata duçar olmuşuzdur. Hatta teessüf ile arz edeceğim ki İngilizlerin doğruluğu, ciddiyeti aramızda misali sair hükmünü almıştır. Fakat biz bu davada, bu kanaatta ne kadar aldandığımızı pek geç anladık. İngiliz taraftarlığını, siyasetini her zaman ittihaz eden bazı eslaf siyasiyetimizin bile bu taraftarlığın gafletten başka bir şey olmadığını ve Balkan muharebesinde en tahammülsüz darbelerin o cihetten geldiğini görerek şaşırdıklarını müşahade eyledik.

     İngilizler için perverde eylediğimiz bu batıl itikadlar, kanaatler cümlesinden olmak üzere yine herkeste, hatta Avrupalılarca bile bir kanaat daha var ki; O da İngilizlerin Mısır’ı işgal ettikten sonra güya bu kıtayı ihya etmiş olmalarıdır. Mısır, güya İngilizlerin kadimi meşumu oraya basmadan evvel bir çöl, bir harabe, bir şûrezâr imiş de ondan sonra mamureye tahvil etmiş. Feyzi medeniyye cilve gâh olmuş. Ortada bir hata varsa o da zamanın vücuda getirdiği terakkiyatı tedriciye ve tabiiyenin İngilizlere atıf ve isnad edilmesidir. Yoksa Mısır, İngilizler oraya girdikleri zaman ne idiyse yine odur. Hatta daha berbat, daha beter bir haldedir. Birçok cihetlerle Mısır evvelce işgal ettiği mevkiden sukut etmiştir. Ben Mısır’ın İngilizlerin hululünden sonra mazharı terakkiyat günagün olduğu hakkındaki fikir için hiçbir sebebi makul göremedikten maada İngilizlerin verem hastalığı gibi, kurt yeniği gibi Mısır’ı alttan alta tahrib ve biçare Müslümanları perişan ve muzmahill eylediklerine kail ve kaniim. Bunu söz olsun diye söylemiyorum. İngilizlerle hali harpte bulunduğumuz için hissiyatıma da mağlup değilim. Arz ettiğim bu acı hakikatler tabiime müsteniddir. Vesaik ve senedat ile sabit ve müdelliddir.

     Mısır elyevm şehirleri, mebanisi, esvak ve bazarı, müzeleri asarı nafiası ile hakikaten Avrupa’nın en müterakki memalikinde görülen Behçet ve ümrana maliktir. Bir mertebede ki Mısır kendiliğinden çıkarak bam başka bir hale gelmiştir. Ancak bu terakki ne ile hâsıl olmuş, ne zaman başlamış? İngilizlerin himmetiyle mi Mısır bu mertebeye varmış? Bu ciheti anlamamız lazımdır. Ta ki ondan sonra vereceğimiz hükümde bir isabet bulunsun.

     Doğrusunu söylemek lazım gelirse, Mısırda şimdi görülen terakkinin çekirdeğini hıdiv esbak İsmail Paşa merhum dikmiştir. Bu günkü semere o zaman dikilen çekirdekten yetişen ağacın meyvesinden gayri bir şey değildir. İngilizlerin icraatı ise bu ağacı kendi menfaatlerine kurutmamakla ve onun en tatlı, en kârlı meyvelerini kendilerine hasr etmekle tarif ve hülasa olunabilir. İsmail Paşa merhum – kendisine isnad olunan sui istimalat her ne olursa olsun – Mısır’ın terakkiyatı medeniyesi için ne gibi esasat vazı icab ediyorsa bunları derin bir vukuf ile hatta zevki selim ile hazırlamış ve kurmuştur. Maziye intikal etmiş ve bahsimizle alakası kalmamış zan olunan şu hakikati şimdi burada tekrara lüzum görüşüm, İngilizlerin Mısırda ika ettikleri tahribata dair serd ve ityan eyleyeceğim delaile bu noktadan başlamağa ihtiyaç hâsıl olmasındandır.

     Dışarıdan Mısıra bakanlar pek çabuk aldanırlar. Alayiş zahiriyeye kapılırlar; Mısır’ın ahalisini İngiliz idaresinde mesut ve bahtiyar gibi zan ederler. Ah bilseniz böyle zan edenler, böyle gören ve böyle bilen ve böyle düşünenler ne büyük hata işlerler. İşte o alayiş zahiriyeye kapılanlardır ki te’mik ve tahkike hacet görmeden İngilizlere isnadı â’mârda, isnadı fazilette hissen niyetlerini bayağı israf ederler. Mısırın kalbgahında, en derin hücrelerinde yanan ve zavallı dindaşlarımızı yakıp kavuran lehib cehennemiyi, ateşi fesad ve tahribi göremezler. Bunu görememekte de haklıdırlar. Çünkü marazı hakikiyi o derecede keşif edebilmek için zaman ister, tetkik ve tetebbu ister. İngilizlerin tahribatı, mezalimi, cinayeti pek başka bir kısvededir. Başka bir tarzdadır. Mısırın asfalt döşeli sokaklarından etraftaki mebanii muhteşemeyi temaşa edenler, hay ve huyuna yakasını kaptıranlar o cehennemin içine giremezler ki. Yakından temas etsinler de her sırra vakıf olsunlar. İşte asıl o zamandır ki İngilizlerin Mısırı cennete değil, cehenneme çevirdikleri ve için için ve altdan alta pek büyük muzuratları dokunduğu anlaşılır.

     İngilizlerin yabancı memleketleri, müstemlekatı idare hususundaki muvaffakiyetleri söz götürmez. Bu cihetle gayet amelidirler. Hatta hiçbir kavme benzemezler. Almanlardan gayri bütün akvama tefavvuk ederler. Bilhassa Fransızlarla asla nisbet kabul etmezler. Fransızlar idareyi müstemlekatta kendi idarelerinin ananesine göre hareket ederek sıkı bir usulü merkeziyete ne kadar bağlı kalmışlarsa onlar bilakis o kadar serbest davranırlar. Böylelikle, işgal ve iğfalde göz boyayıcı mahir bir hokkabazdırlar. Hürriyet pürur görünürler. Bilakis mütebittirler. Adil zan olunurlar, hâlbuki zalimdirler. Hele bulundukları kabın şeklini almakta suya pek benzerler. Nitekim Mısıra ibtidayı tahtı ve tasallutlarından bu san zamana gelinceye kadar Mısırlılarla İngiliz asakiri işgaliyesi arasında pek az pek mahdut vakayı tahaddüs etmiştir. Nihayet ikiyi, üçü tecavüz etmez. Bu vakalardan biri İskenderiye’de Reis Altın Sarayı civarında ki kışlalardan birinde Mısırlı Müslüman bir neferin şehit edilmesidir. Diğeri bundan birkaç sene evvel Mısır matbuatını ve efkârı umumiyesini işgal etmiş olan, birçok dedi kodulara sebebiyet veren Danışva hadisesidir. Diğeri de yine böyle pek ehemmiyetsiz vakadır.

     Hususatı sairede ise İngilizlerin siyeti ne ne saymakla, ne de söylemekle tükenir. O kadar çoktur. Bilhassa Mısırlıların ifsadı ahlakında öyle yollar tutmuşlardır ki uzun uzadıya anlatmağa değer. Mısırın neresine, nesine, hangi şubeyi idaresine, hangi noktasına bakılsa – müdekkik nazarlar için – bu fenalıklar bütün teferruatıyla göze çarpar. Asarı tahakküm hele bazı meselede o mertebede aşikardır ki bunu görmemek için insanın mutlaka gözü kör olmalıdır.

     İngilizlerin Mısırdaki siyetini, tahribatını velhasıl bizce meçhul kalmış hakayiki karien gerama etrafıyla arz edebilmek için tetkikatımı ikiye ayıracağım. Çünkü buna ihtiyaç var. Siyet yalnız bir noktada değildir. İngiliz tahribatı yalnız Mısırın maddiyatına münhasır kalmamış ve belki maneviyatını ondan daha ziyade sarsmış, hıpalamış ve ahlakı umumiye üzerinde öyle cüruh ve kuruh hâsıl etmiştir ki cildlerle kitap yazılsa yeri vardır. Ne söylense azdır. Binaenaleyh bahsimizin birinci kısmını İngilizlerin bünyeyi maneviye ve ahlakıyeyi nasıl darbelediklerine ait tafsilat teşkil eyleyecektir ki buna Mısırdaki maarifi İslamiye yi ne suretle inhitata düşürdükleri ilave edilecektir. Bilhassa bu bahis pek ziyade mucibi intibahımız olacak vakayı muhtevidir. İngilizler Mısırda ahlakı, irfanı nasıl yıkmışlardır, tamamıyla anlaşılacaktır. İkinci kısım ise Mısırın bütün şa’bat idaresindeki haksızlıklarını, tahakküm ve tegalüblerini ve Mısırı hakiki surette yıkmak için ne gibi tedbiri iblisaneye müracaat etmiş olduklarını ihtiva eyleyecektir. Bu bahiste de görülecek ki İngilizler hiç de zan olundukları gibi değillerdir. Gasb ve helakdırlar. Hangi işe el atmışlarsa sui istimalat ile Mısırı izrar eylemişler ve hep kendi keselerini doldurmağa bakmışlardır. Öyle zan ederim ki makalatı atiyemde mufassalen arz eyleyeceğim bu hakayık, İngilizlerin ne matah oldukları hakkında – harbi umumi vesilesiyle – hâsıl olan kanaatı cedideyi teyid eyliyeceği gibi, hala İngilizlere toz kondurmamak isteyen bazı güç fikir ve nazarları da ikaz ve tenbiye eyleyecektir.

A . . .

– idman sütunları –

Bir küçük kitap münasebetiyle:

İLK ADIM

     Der hatır ederiz; Yine idmana dair muavenet tahririyesinde bulunduğumuz bir mecmuada arz eylemiştik ki; Her şeyi tetebbu, tetkike muhtaçtır. Terbiyeyi bedeniye, spor da böyledir. Onlar bu kaidenin müstesnalarından olamazlar. Onlar da tetebbua arzı hacet eder. Bu iddiamız indî (kişisel) değildi. Bütün düşünenlerimiz de kabul ederlerdi. Ancak bu hal bir takım hizmet ve mesaiye tevakkuf ediyordu. Lisanımızda bu yolda matbu kitaplar, asar maalesef pek nadirdir. Hatta hali hazırdaki ihtiyacı cüziviyi bile temine gayri kâfidir. Faraza en çok meşgulü olduğumuz futbol değil mi? Buna dair kaç kitabımız vardır? Bir sene evveli, yukarıda arz eylediğimiz bendimizin bahsi tahriri olan maddelerden biri de futbol kavaidinin bizde gayri madun oluşu idi. O zaman bu kavaidin mektub olmayışından mütevellid mahâzîri serd etmiştik. Gerek oyuncuların iyi öğrenememeleri, gerekse müsabakalar esnasında ihtilaf hudus ve haleyi evlada göze çarpan mahzurlardan idi. Bu gün o bir sene evvelki temennimizin sahayı fiile çıktığını görerek cidden haz ettik. Ve bir idmancı safvetiyle arz ederiz ki, bu husustaki serverimiz ehemmiyetlice oldu. İbtihacla gördük ki; “İstanbul futbol birliği” futbol kavaidini bila noksan ve gayet selis ve muntazam olarak cem ve kabul eyledikten sonra tab ettirmiş ve mevkii istifadeye vaz eylemiştir. “Futbol kavaidi” ismindeki bu küçük risale filvaki yalnız kavaidi ve birlik nizamnamesini ihtiva etmekte ve futbol ameliyat ve nazariyatına dair bir nebzeyi bahse havi bulunmamakta ise de şimdilik bu yolda atılan ilk adım olması hasabiyle bizce kıymeti büyüktür. Şeref takdime sahiptir. Spora müteallik ilk eserdir. Şu lüzumu idrak oldukları halde ihmal eylemeleri, gençlerimiz için şayanı ta’yib bir durgunluk idi. Onun için birliğin mesaiyesini şayanı tebrik görürüz. Ancak bizce vazife burada hitam bulmamış, bilakis başlamıştır.

     Herkesçe de – yani bütün idmancılarca – müslim bir keyfiyettir ki, yalnız futbol ile yahut hokey ile hülasa yalnız bir şubesiyle uğraşmak idmandan muntazır faideyi temin edemez. Gün geçtikçe biz, daha başkalıklar, yenilikler, koşular, atlamalar, atılmalar, sıçramalar görmek isteriz. Bu hususta yetişmiş yüzlerce, binlerce genci yan yana koşarken seyir etmek dileriz. O zaman, bizim için bir hayatı saadet mebâdi olacaktır. Bunu birlik heyetinin ve mevcud kulüplerin inzarı medkakanelerine arz ederiz. Yalnız bu lüzumu derk eden heyetlerin de ilk işi, hangi şubeyi tamim etmek istiyorsa onun kavaidini olsun – futbol kavaidi gibi – neşir etmeli ya ettirmelidir. Ta ki, futboldaki gibi senelerce süren bir hayat umma o yeni başlayacak meşgalede bilirmisin. Bari o yolda gözü açık yürüyelim.

 

Fenerbahçe: 4 sayıGalatasaray: 0 sayı

     Fenerbahçe takımı: kaleci; Arslanyan, müdafaa; Arif, Nuri, muavin; Sadık, Miço, Nüzhet. Muhacim; Kiriyopo, Nuri, Galip, Sayid, Hikmet beyler.

     Galatasaray takımı: kaleci; Hamdi, müdafaa; Cevad, Hüseyin muavin; Sedad, Celal, Bekir muhacim; Hüsnüngalip, muzaffer, Oberle, Danış, Fazıl beyler.

     İstanbul’un yekdiğerine en ziyade rekabet kar olan bu iki takımı bu sene sureti hususiyede ikinci defa olarak geçen hafta karşılaştılar. Müsabaka o kadar hararetli ve şedid oldu ki iki tarafın oyuncuları üç defa el ele geldiler. Fakat gariptir; iki seneden beri Galatasaray’la Fenerbahçe, ne vakit bir müsabaka icra etseler, mutlaka iki taraftan birinin güzide oyuncularından bazıları noksan bulunuyor. Yalnız bir defa 1329 senesi ilkbaharında her iki takım en iyi oyunculardan mürekkeb ve eksiksiz idi. Lakin o müsabaka da hakemin Galatasaray’a verdiği sayıyı Fenerlilerin kabul etmeyerek oyundan çekilmeleri üzerine, yarım kalmıştı. Bundan maada ki müsabakalarda dediğimiz gibi bazen Fener, bazen Galatasaray tamam bir takımla meydana çıkamamışlardır. Bu sene, son baharın ilk günlerinde icra edilen müsabakada Fener takımı Galip beyden mahrum olarak meydana çıkmış ve bir sayıya karşı altı sayı ile mağlup olmuştu. Bu defa ise Galatasaray eksiklerini ikinci derece oyuncularından itmam eylediği bir takımla müsabakaya girerek sıfır sayıya karşı dört sayı ile mağlup oldu. Hakikaten Fenerbahçe bu defa müsabakaya gayet iyi hazırlanmış ve çıkarabileceği en mükemmel ve güzide takımla oynamış olduğu halde Galatasaray müdafii Adnan, muavin Cevat, muhacim Yusuf Ziya beylerin yerine diğer zayıf oyuncular ikame etmeğe mecbur kalmıştı. Bilhassa kalecinin mübtediliği Galatasaray takımının en zayıf noktasını teşkil ediyordu. Mamafih takımlar arasındaki nisbetsizliğe ve ara sıra müsabakanın medarbeye munkalib olmasına rağmen oyunun heyeti umumiyesi hararetli, seri ve güzel bir surette cereyan etti. Hakem vazifesini Fuad Bey ifa eyliyordu. Bu memlekette ilk futbol oynayan Müslümanlardan olan ve futbolun gençlerimiz arasında bu derece tamim ve intişarına pek büyük ve kıymettar hizmetler ifa etmiş olması hasebiyle idmancılarımızın bihakkı şükranına layık bulunan bu zat müsabakayı metanet ve maharetle idare eylediği gibi ciddi ve kati bir bitaraflık da gösterdi. İlk defa münazaa edenleri, velev az bir müddet için olsun çıkarması, pek muvaffak bir tedbir idi. Fenerbahçe tarafından yapılan dört golün ne suretle olduğunu hikâye edecek değiliz. Çünkü herkes bilir ki; Yapılan her sayı ondan çok evvelki hataların yahut muvafık harekâtın neticesidir. Sayının olduğu zaman yapılan harekâtın goldeki tesiri tali kalır. Bu sebeple biz Fenerin galibiyeti ve Galatasaray’ın mağlubiyeti sebeplerini tetkik edeceğiz.

     Fenerbahçe oyuncuları müsabakanın bütün müddeti devamınca gayet iyi bir beraberlik ve teavün ile son derece güzel oynadılar. Muavinlerin daimi yardımıyla mütemadiyen beslenen ve binaenaleyh pek az yorulan muhacimler gayet iyi ve müessir akınlar yapıyorlardı. Galib ve bilhassa Hikmet Sayid Beyler; Miço Efendinin ve yalnız birinci partide de Nüzhet Beyin muavenetiyle gayet iyi oynuyorlardı. Nüzhet Bey ikinci partıde, asabileştiği için olacak, hemen hemen son muhacimeleri hiç takviye edemedi. Fenerin sağ akıncıları sol taraftaki arkadaşlarının gösterdikleri itidalin aksine olarak biraz fazla asabiyet ve telaş ibraz ediyorlardı. Mamafih 

 

MUHARRERAT VE MUHABERAT

     Bitaraf bir idmancı imzasıyla mektub gönderen zata:

     Efendim,

     Mektubunuzu aldık. Esas itibariyle biraz hissiyata kapılmışsınız. Futbol tenkitlerini ihtisasından emin olduğumuz zevata yazdırmaktayız. Mektubunuzda ise tenkide ve ihtisasa delalet eder bir nokta göremedik. Alelhusus ketum hüviyet edişiniz ademi derece sebebi müstakil oldu. Badema muaveneti tahririyede bulunulursa yalnız idman esasatına aid olmak üzere imzayı zatiyle ve hüviyet tasrih edilerek yazı gönderilmesini rica ederiz.

*   *   *   *   *

Ünyon kulüp heyeti idarei muhteremesine

     Çayırın çamuru hakkında muhtelif zevattan şifahi, tahriri şikâyet vaki oluyor. Nazarı dikkati celb eyleriz efendim.

Büyük alev

yanına gitti ve af edilmesini rica etti, müteessir idi. Beyinlerinde daima fazla bir vuzuh ile hissin ettiği uzaklığı kaldırarak, ruhlarını tekrar yakınlaştırmanın, bütün bir iyilik ve azim bir merhametle, çaresini arıyordu. Ve onu, tıpkı kendisi gibi rikkat ve ızdıraptan titriyor görerek ne kadar ezildi. Ferrante, sakit ve ailevi bir şefkatle onun saçlarını okşamağa, bazı zoraki sözlerle onu teselli etmeğe başladı. Her biri, diğerini teselliye mecburiyet görüyordu. Sanki adını dile almağı hiç birinin arzu etmediği büyük, meçhul bir felaketin âlemi içinde idiler. Eski Venedik halısı üzerinde, şöminenin parça parça saçtığı alevin ziyasıyla nim aydınlık ve gölgeli olan bu salonda, onlar el ele ıstıraplarından titriyorlardı. Biri birine bazı gayri hakiki teselli kelimeleri sarf ederek, ikisi de bu mazlum saatte, bu odanın içinde, bir büyük şeyin harabiyesini, her şeyi duçarı ziya eden bir badirenin âlemini, bir iştiraki sakıt ile düşünüyorlar ve yaşıyorlar gibiydi.

     Ne yeni güneş, ne Teşrinievvelin güzel günleri; Ne munis ve cesur kalplerinin ilhah medamı, ne yaklaştığını görmekte oldukları felaketin korkusu ve ikisi de, yemin ve ricatı arzu ettikleri halde, bu yemin, Grasia ve Ferrante için hali sabıkı, saadeti ziyaiyeyi add edebileceği halde, hepsi, gayri kabili tamir bir surette firar etti. Daha bir hayli gün Venedik’te, bu ne kadar aşk ve ne kadar âşık görmüş, daha da görecek olan şehir de kaldılar. Hayli günler, bu şehir munis, aşkı muhtezirin bu iki hamilini caddeleri üzerinde, piyasalarında, kiliselerinde, daima beraber, daima el ele gördü.   Sanki bir mevcei müşterekin, onları müebbeten biri birine bağlamasını istiyor gibi idiler. Ve istiyor gibi idiler ki, iftiraklarını teneffüs eden bir kudret mahuleye galebe etsinler iftirak alev de mutlu hazan evlerine.   Onları icbar etmedikçe bu nağmeyi tenehaiyi tehire kadar tiyab olamadılar. Şimdi, hissiyat ve bişuruyu taflana, ve nidayı sabiyana ile kendi aralarına bir âlim harici koymak istiyorlardı ki; o ne kadar mümkün olursa o kadar, onların gözlerini ve ruhlarını eğlendirsin. Venedik’in bu basit ve şen hayat hariciyesi onları cezb ediyordu. Dahillerini değil çünkü, o mazlum suali vicdanlarına soruyorlardı. Pürvekuratiyenin altındaki uzun istasyonlarda florian kahvesinin küçücük masaları önünde, piyasada uzun istasyon boyunca o çark, daelsala ve fıkraldım hastası bir İngiliz kız çocuğunun güzel elleriyle attığı darı danelerini yemek için aynen güvercinleri seyir ederlerken nihayetsizliğin umukuna sahip gibi görünen basilikanın uzun istasyonlarının kemerleri altında Hristiyan tasviri mukaddesinin o gündeki nahif, mut alut ziyaların karşısında bulundukları vakit. Siyah yüzleri ve gümüş libasları bulunan velilerin ve liyatın huzurlarında olunca. Bazı tuluğ saatlerinde, o kadar müstesna, hiçbir şehrin olamadığı kadar şeffaf, hiçbir şairin tasvirine, hiçbir ressamın fırçasına sığamayan güzelliklerle şaşaadar tuluğ saatlerinde sıkıyavüninin uzun sahillerinde. Merceryanın Fresuyanın Makrisukupun dükkâncıklarından yadigârlar, cici biciler satın almak için ve suut abad bir evin koridoru zan olunan o daracık yollarda dolaşırlarken. Müzeleri, galerileri, uzun ziyaret sanatkârane lezinde karpaçyonun, can bellininin, büyük ba olunan nefis tisiyanonun şaheserleri karşısında. Ruhen değil, zahiren pek hoş vakit geçiriyorlardı. Buradaki ikametleri daha uzun ve bununla beraber daha tehlikeli oldu. Sonra venedik’in pek mümtaz asarı nefisesi, o kadar aşkı semavi ve aşkı dünyevi ile püriste ve nikaşte idi ki; burada sevmemek ve sevgiden bahis etmemek, Grasia için kabil değildi. Bu mezahir galeyanı hissiyat için o derece müesser idi. Onların amak kalblerine kadar hulül ve ikisini de gark zablan etti. Geçe yarısı geçmişti. Yatağından bir gassıkavi ile. . . .

Mabadı var.

NASIL GİTMİŞLER

Seydi bin Nur – 29,Mayıs,1911                                                                 on yedinci makale

     Safursa, san Filippo ve refakatlerindeki bir Osmanlı zabiti ile birkaç jandarma da geldiler. Hamse hep beraber avdet ettik. Vasi sahilde, bir Arap nümayiş yaptık. Hep bir sıraya gelerek, beygirlerimizin yularlarına bıraktık ve birden mahmuzlayarak, atları şiddetle dörtnala kaldırdık. Karabinleri başlarımızda tutuyorduk. Bu bir çılgınlık idi. Nar, kadimi halet tabiiyesiyle buluşmuş görünüyordu. Biz artık, çılgınlıktan hali tevkife geldikten, diğer bütün atlar, karışık, biri birinden mesafeli ayrılıkta durduklarından sonra dahi; o birkaç dakika daha gem almaz, anud bir şiddetle, sanki tecennün etmiş bir halde, dörtnala gidiyordu.

     2 – Haziran: Hams ve Maslata arasında, at üstünde saat üçte anif bir güneşin suzanlığı altında Hams’i terk ettik. Korkuyordum ki, şehrin kapıları önünde, bir çift jandarma bekleyecek.   Bizi alarak doğru Trablus’a götürecek. Bu korkuma rağmen hiçbir şey yoktu. Tamam olmuş işlerin siyaseti, tertibatı kemale erdirmeğe henüz başlıyordu. Hams’den Maslata’ya kadar adacıklar teşkil eden büyük zeytin ağaçlarının arasındaki, kırmızımsı toprağın yeşillikleri ordasında, tozlu bir yol, hafif bir meyil ile devam ediyordu. Zeytin ağaçlarının hükümran olduğu kıtaya girmiştik. Bütün gün at üzerinde, zeytin ağaçlarının arasında idi. Zeytinler, palamut ağaçları kadar heybetli, yüksek, vasi idiler. Yem yeşil üzerleri, gayri kabili tarif bir mebzuliyetle zeytin dolu. Bir tanesinin fotoğrafını aldım. Bunun gövdesini on arap ihata edemez ve bunlar binlerle idi. La petis manganın, settimo severenin şerefine olarak Romaya yolladığı zeytin yağı, belki bunların bir tanesinin mahsulü idi. Bu ağaçların içinde gençlerine nadiren tesadüf olunuyordu. Eğer bu ağaçlar, ihtiyarlıkla ölürlerse, yerlerine yenileri getirilir, dikilir. Bu vasi ve gayri mezru saha, bu hakim, kırmızımsı toprak, ve bu iklim müstesna. Mebzul bir zenginlikle, azim bir zeytinlik, olur. Halbuki, şimdi hayat fakirane için lazım olan odun ve kömür dahi, bu zeytin ağaçlarında isteniyor. Arap diyor ki; ne vakit sefalet, onun boğazını sıkarsa – bu ekseriya oluyor – o vakit ben öleceğime ağaç ölsün. Daha iyidir.

     Arpa biçilmiş idi. Toprağın kırmızımsı lığı yalnız, zeytinlerin kesif yeşilliği örtebiliyorken, çok yerlerde, adacıklar ve nehirler, bu yeşilliği kat ediyordu. Biz yükseldikçe, yavaş yavaş, ufuk doğmağa başladı. Ve yüksekte bütün sahayı rüyet, bir yeşil dalga ile doldu. Bazı yerlerde, saha o kadar vasi idi ki; dağ onunla işbağa gelerek, dağda bulunmak hassasiyeti perişan oluyordu. biintiha bir dağ inişinin ortasında, yeşil ve çiçekli bir yaylada bulunmuş olmak zannı geliyor. Serin bir rüzgâr, denizden kalkarak, morumsu bir bulut kümesini, batmakta olan güneşe doğru kovalıyor.

     Mehtabın altında, dört saat daha atlarımızı sürdük. Zeytin ağacı kümeleri, mehtapta, toprağın üzerinde daha mütehalif, daha müdevver, ve daha azim gölgeler ihdas ettiler. Hacı Ali de yetişti. Bu Hams’li bu taraflarca çok maruf bir Arap olup, bize seyahatimizi teshil edecekti. Mehtabın aydınlığında pek beyaz görünen ehramının üstünde, kollarının arasında, uzun tüfeğini takmış, at üzerinde, benim yanımda, hiç ağzını açmadan bazı bazı keskin gözleriyle bana bakarak, gidiyordu.

     Küçük bir dağın eteği üzerine konmuş bir seher gibi olan “Maslata” , biz vasıl olduğumuz vakit, henüz uyumamış idi. Aydınlık bir kışladan, asker türkülerinin sesleri, Arapların muntazam ve hafif tegannilerinin fevkinde, bize kadar vasıl olarak, “kanto ferma” yı hatırlatıyor. Büyük bir ihtişamla, giyinmiş rahibi düşündürüyordu. Bir zabit gayri muntazam gömleği ile dışarı çıktı. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, ne yaptığımızı, ve nereye gittiğimizi sordu. Cevap verdik ki; İtalya’nız, Roden geliyoruz. Terhuna tarikiyle, Veşuri görmek suretiyle, Trablus’a gidiyoruz. Bu cevap onu müsterih ve memnun ettiğini şundan anladık ki; Pazar kurulduğu günler Kaymakamın faslı ihtilafat ettiği odayı, tahtı emrimize verdi. Ve o odada uyumaklığımıza müsaade etti.

Mabadı var.

BU GÜNKÜ ŞAİR

Zafer sedaları duymaktayım uzaklardan,

Feshane şairinin musikisi artık kan.

Ne inziva. Ne de akşam subaşlarında garâm (tutku, aşk)

<<ölüm, ölüm>> bağıran orgunu etmez ram (itaat eden)

Kadın sarardı, çiçek soldu… Şimdi şan günüdür:

Bugünde düşmanı şimşeklerinle vur!

Büyük, vakur ordu!

Mısır senindi ve Kafkasyalar gururundu

Kahramanlar! Bugün de bayram var.

Sizi bekler ufukta ehramlar.

Doğacak darbenizle istiklâl!

Yürüyün, alnınızda mai hilal!

Nil kenarında ağlayan neyler

Şanlı Sultan Selimi yâd eyler.

Yaşanılmaz vatanda cennetsiz,

Hepiniz bir Selim olun, hepiniz!

Vatanın dinleyin iniltilerini

Sizde, Kafkasya nazeninlerini

Ebedi kurtaran halaskarlar;

Uçurumlar, siyah derin yarlar

Size mani olur mu, sizler ki

Gökte seyran (gezinme.)edersiniz belki.

Dinle, ey şanlı vatan!

Şanlı maziyi yâd eden destan

Can verir eski kahramanlar ki,

Yine mazi tulû (doğuş) eder yarına.

*********

Bir ilahi, derin semaya bakan

Şairin musikisi artık kan…

Bir zaman şairimizdi akşamlar,

Aşka hem-raz (sırdaş, yakın arkadaş) olan yeşil çamlar.

Tehi (boş) ufuklarda

gayb olan bir küçük perili ada,

Gece sahilde nazlı genç kızlar,

Gökte hülyalı, ince yıldızlar

Bize bahşetti bir zaman ilham;

Fakat artık subaşlarında garâm

“ölüm, ölüm” bağıran intikamı etmez ram.

*************

Büyük vakur ordu!

Sana âlem selama durmuştu.

Bu günde şan günüdür,

Bu günde düşmanı şimşeklerinle vur, öldür!

Mısır senindi, uyan,

Senin vürudunu bekler Kırım ve Kafkasya’n.

Gidin artık gidin şerefli yola;

Kahramanlar, zafer mübarek ola!…

Mütercim: Remziye Aylin Serinpınar

 

 

 

 

 

 

EE

0486_0037-85_Page_17

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.