DONANMA MECMUASI 92/141–18 Ekim 1917

ontent/uploads/2019/01/0486_0092-141_1476-e1546588302673.jpg

Perşembe 18Teşrin-i Evvel: 1333 / 2 Muharrem 1336

İştirak şartları:  İstanbul ve taşra için senelik kırk kuruş, ecnebi memleketlere on iki franktır.

Kayzer Wilhelm hazretleri

[İskajerak zafer-i bahrisi üzerine büyük amiral üniformasıyla]

Nüshası: 1 kuruş

Merkez tevzi bab-ı ahi caddesinde ay yıldız kitap hanesidir.

Merci: mecmuaya ait her iş için donanma cemiyeti merkez umumiyesinde daireyi mahsusaya müracaat edilmelidir. 

Donanma cemiyetinin haftalık gazetesidir.  En meşhur muharrirlerin muavenet mahsusayı kalemiyesi temin edilmiştir.

Matbaa Ahmed ihsan ve şürekâsı

Haşmetli kayzer ikinci Wilhelm hazretleri

Hilafet nisab, şevketmeab efendimiz hazretlerinin misafir has ül hasları


Donanma cemiyeti
Harp meydanlarında rizan olan hûn hamiyetle muvaşşah bir ittifakın hatıra-i guzinine meserretle nazar-endâz olur ve bu manzume-i ittifak bir rükün fedakârı olan Alman kavminin büyük hükümdarını dar-ül-hilafet-i İslamiyet ve payitaht saltanatta görülmekle his ettiği meserretleri mecmuası vasıtasıyla ilam eder. 
Kayzer hazretlerinin ziyareti
 
     Almanya imparatoru ve Prusya kralı haşmetli ikinci Wilhelm hazretleri Pazar ertesi günü üçüncü defa olarak, şehrimizi ziyaret etmişler ilk iki ziyaretleri esnasında dost bir devletin hükümdarı sıfatıyla mazhar izaz ve tekrim olan kayzer Wilhelm hazretleri bu defa müttefik bir milletin tâc-dâr zeyşanı olarak, hem de iki milletin evlatları yekdiğeriyle musabakat eyledikleri bir an mühim tarihiyede itimatlı hakan ve milletinin misafir has-ül has ve âlî-tebârı olmuşlardır.  Bundan dolayıdır ki payitaht saltanat, dünyanın en muazzam milleti olduğunu bu harpte el-hakk ispat etmiş olan bu büyük Alman milletinin büyük hükümdarını, haşmet ve azametine layık bir surette istikbal ederken aynı zamanda pek har ve samimi bir hiss-i tazim ibraz eylemiştir.  İstanbul halkı, Kayzer mufahham hazretlerini kemal-i hürmet ve hararetle selamlarken, müşarünileyhin temsil buyurdukları kahraman Alman milletine karşı mütehassis olduğumuz muhabbet ve samimiyeti de izhar ve irae eylemiştir. 
     29 seneden beri Almanya imparatorluğunun serir şefkatine ka’id bulunan ikinci Wilhelm hazretleri, muasır hükümdaran ecnebiyenin bi-şüphe en büyüğüdürler.  Dindar, vakur, alim, fazıl, adil bir şahsiyet muhtereme olan Kayzer hazretlerinin ahd-ı saltanatlarında Almanya’nın satvet hariyesi, üç azametine vasıl olduğu halde müşarünileyhe – itilaf rical ve mahfilinin isnadat kaziyesine rağmen – daima bir muhib-i sulh ve müsâlemet olduklarını her zaman ispat etmişlerdir.  İmparator Wilhelm hazretlerinin ahd kayzeranelerinde Almanya>>                                                  
 

İcmal-i hadisat                                                 

İzah maksat ve meslek

2

     İctimai olsun, edebi olsun hizmet-i fikriyenin pinhan ve aşikâr avâidi olamamak, olsa da erbab-ı tefekkürün merdudu bulunmak kanaati, şiar mahsus ittihaz edilmezse mülahazat münteşire <<nakli meclis>> tabir kadimiyle yâd edilen gelir.  Manzuremiz olan asar delaletiyle bâkiyen hâsıl ediyoruz ki bu diyarda, henüz dar-ül fünun kürsülerinde, mahfil ilmiyede, belki bir asırdan beri münakaşa edilen nazariyata hakikat katiye kisvesi giderilmek istenilir.  Bu iddia zaten meslek muhtelife-i ilmiye hakkında ibtidai malumatı ihraz edebilen ekseriyet üzerinde kesif bir delaletin ihtarı, mültezim olan tesanüd ictimaiyi ihlal edebilecek derecede bais-i infial oluyor.  Bu hal okumakla okumamak arasında ki farkın mülahazasıyla kabil-i izah ve tefsirdir ki kerime-i bu mebahisde saik tefekkür bir işaret icmaliyedir. 

     Onun için, faraza mübahis ictimaiyeyi ders şeklinde takrir etmek istediğimiz zaman en doğru tarik, bütün mezahib ictimaiyunun asar ve delailiyle izahı olmalıdır.  Bilinmelidir ki, bu memlekette halk fiilen olduğu gibi kavlen de <içtimai> kelimesini ancak, meşrutiyetten sonra öğrenebilmiştir.  Henüz bildiği bir kelimenin şümul mueddasını, ilmi enhasını, mübteda ve müntehasını bilmezse elbette muahaze edilemez.  Asıl şayan-ı muahaze olanlar, bu tarik ilmiyede rehberlik etmek üzere ortaya atılanlardır.  Zira (su subluje) de henüz münakaşa edilmekte olan bu kadar müflik, katiyetten çok uzak nazariyeler var iken, onlardan biri ezhanda adeta <katiyet nasiyye> şeklinde tesbite çalışmak, bir kebire-i ilmiye irtikab etmek demektir.  Bu hükmü, meslek tedrisede tamim etmek pek doğru olur.  Bir muallimin germi-i tedrisindeki takrirleri nev-demide tecrübesiz zekâlar üzerinde derin bir tesiri haizdir.  Oradan, esmâ’ edilecek her nazariyenin leh ve aleyhindeki münakaşat – mümkün olduğu derecede – tavzih ve tefhim edilmezse, ilimde asıl olan bitaraflıkta ihlal edilmiş olur.  Saat tedrisin adem-i müsaadesi itirazına karşı denilecek söz ise, mecami mevkuteyi ilmiyenin şekil meşhudu bu itirazımızı takviye etmekte olduğudur.  Edebiyat fakültesi mecmuasının bir dereceye kadar tatbik ettiği usule, neşriyat mumaileyhçe de riayet edilmesi, haysiyet ilmiye namına muntazır ve matluptur.      

     İctimai mübahası takrir hatta tahrir eden bir muallim, yalnız <Durkheim> taraftarlığını esas talim ittihaz edemez.  Ders haricindeki neşriyat ile de şakirtlerinin bir nokta üzerinde saplanıp kalmasına sebep olmamalıdır.  Faraza, bu gün itirafat ile de sabittir ki henüz <La Marc> nazariyatı bile münakaşa edilmektedir.  [ 1 ] bu itirafattan bir numune olmak üzere, eser muallime iktifa-i baştanbaşa <Durkheim> in tercümesine hasr edilen içtimaiyat mecmuasının dördüncü mesayisine ufak bir nazar tetkik atıf etmek lazım geliyor. 

     167 nci sahifede deniliyor ki:

     [. . . .  En mühimi ve son zamanlarda içtimai sahada en ziyade tesir icra edeni La Marc’tan doğan irsiyet “hérédité” ve ırk nazariyeleri]

     Daha aşağılarda ise:

     [. . . Hakikat halde, bu asırda hayatiyet tarihi bu iki nazariyenin [ 2 ] mücadelesiyle meşguldür.]

     Gibi cümleler, henüz bu türlü mesailiğin rütbe-i katiyeti ihraz edemediğini, istiana istediği ulumun esasatı da henüz münakaşa devresini anlatamadığı için – daha çok zamanlar edemeyeceğini gösterip durmaktadır.  Hürriyet vicdaniye, İslam’ın hitap Ulviye’siyle bu asrın değil, 140 sene evvelinin hakiki malıdır.  Ve bittabi kabil-i taarruz değildir.  Fakat bihakkın celb muahaze eden cihet, mebadi-i ulum bir keresinde, en çetin, adeta insani maddiyette yanıltabilecek nazariyeleri tensis, hatta kuvveyi nafizenin muhitinden teyid veya tamim yolunda yapılan ifratlardır.  Kendi kendime düşünüyorum; 

  • İçtimaiyat, henüz mübahase devresini ikmal edemedi ki Durkheim

Nazariyatı muhakkemat ictimaiye derecesine is’ad edilebilsin.  İçtimaiyat ile tarihin münasebeti ne derecededir?  Maruf bazı garp erbab tetebbu:

     [içtimaiyattan ahlak desturları çıkarmak, birincisini ikincisinin yerine koymak için henüz ilmen birçok istihzarata lüzum vardır, muhtaç-ı ikmal birçok noktalar meydanda duruyor.  Ezmininde itirafatta bulunuyorlar;  bunun hükmünü inkâr edecek miyiz?  Hala içtimaı bahisler arasında < felsefe-i müsbete> taraftarlarının, bir kısmı iktisadiyenin, bir takım müverrihlerinin itirazları okunup durmaktadır.  Mösyö <Durkheim> bile, taksim ihmal (İş bölümü) nazariyesinde, haldeki neticelerden ziyade istikbale bakmakla, bunu mütereddit zihinleri ikna için bir itiraf şekline sokmakla, bizim söylemek istediklerimizi, usul ilmiye dairesinde söyleyip geçmiştir.  Buralarını da düşünmeyecek miyiz?  <Emil> müellifinden başlayarak tarih birçok hücumlara hedef olmuş.  Hatta <Medine-i evvelin> sahip namdarı da bu araya sokulmuş, içtimaı yancılık hiçbir zaman itirazdan kurtulamamış, <sosyalizm> bile sıhhatinden şüphe edenler – hem çokça – görülürken içtimaiyatın tarihten aldığı kuvvet de insanı düşündürecek mahiyette görülmez mi?  Onun içindir ki, biz (Sosyoloji) yi ahlak mukabilinde tutmakta ve onunla edebiyat ve sanatı ölçmekte de mütereddit bulunuyoruz ve “Nasyonalizm” bu bahse intikal edince yine düşünüyoruz. 

  • İçtimaiyat, henüz mübahase devresini ikmal edemedi ki <

Durkheim> nazariyatı muhkemat içtimaiye derecesine is’ad edilebilsin.  İçtimaiyat ile tarihin münasebeti ne derecededir?  Maruf bazı garp erbab-ı tetebbu:

     [içtimaiyattan ahlak düsturları çıkarmak, birincisini ikincisi yerine koymak için henüz ilmen birçok istihzarata lüzum vardır, muhtaç-ı ikmal birçok noktalar meydanda duruyor.  Ezmininde itirafatta bulunurlar.  Bunun hükmünü inkâr edecek miyiz?  Hala içtimaı bahisler arasında <felsefe-i müsebbite> taraftarlarının, bir kısmı iktisadiyenin, bir takım müverrihinin itirazları okunup durmaktadır.  Mösyö <Durkheim> bile, taksim amal işi bölümü nazariyesinde, haldeki neticelerden ziyade istikbale bakmakla, buna mütereddit zihinleri ikna için bir itiraf şekline sokmakla, bizim söylemek istediklerimizi, usul-ü ilmiye dairesinde söyleyip geçmiştir.  Buralarını da düşünmeyecek miyiz? <Emil> muhalefetten başlayarak tarih birçok hücumlara hedef olmuş, hatta <Medine-i evvelin> sahip namdarı da bu araya sokulmuş, içtimaiyatçılık hiçbir zaman itirazdan kurtulamamış, sosyalizm bile bu işe karışmış iken, hala vesaik tarihiye meyanına geçen asar-ı mahrurenin bile sıhhatinden şüphe edenler – hem çokça – görülürken içtimaiyenin tarihten aldığı kuvvet de insanı düşündürecek mahiyette görülmez mi?  Onun içindir ki biz sosyolojiyi ahlak mukabilinde tutmakta ve onunla edebiyat ve sanatı ölçmekte de mütereddit bulunuyoruz.  Ve nasyonalizm bu bahse intikal edince yine düşünüyoruz.  Gözümüz önünde birçok misallerden sarf-ı nazar (Anglo sakson) nasyonalistleri geliyor.  Hâsılı mezahib içtimaiyeden birini tarifeyi mahsusa ittihaz ve onda ısrar eşkâl ve mevzuat idariye ye – bu suretle – teması da kabul edemiyoruz.  Yine düşünüyoruz ki, faraza <taksim amel> noktasında bir cemiyetin haiz olması lazım gelen vasıf elde olmazsa, hudus-i kâinat ile başladığı iddia edilen bu hadise-i içtimaiye fayda yerine muzırret verir.  Acaba biz nazariyat ile iştigal eterken, memleketin maddiyet ve maneviyetini, efradı, zümreleri arasında taksim-i amalin müsmir olabilmesi için vücudu ilmen lâbüdd olan vasıf ve şeraitin var olup olmadığını düşündük mü? 

     Sual ve cevap, tarzında devam eden şu silsileyi tereddüde nihayet olamayacağından şimdilik – izah maksat ve meslek namına – bu kadrini kâfi görüyoruz, bundan sonra edebiyat hakkında da düşündüklerimizi yazmağa başlayacağız:

     Evvela, biz tahavvülat-ı edebiye yi birer hadise-i içtimaiye şeklinde kabul etmezsek çok hata etmiş olur muyuz?  Bu hata üzerinde çok ısrar etmeyerek, dönüp bu tahavvüldeki müesserat içtimaiye ye pek çok tereddütle bakarsak, bu tarike pek o kadar iptidai bir yol mudur?  Bu sualler üzerinde de çokça tevafuk etmeyerek geçiyoruz. . .   Bizce lisan ve edebiyat cereyanında her şeyin suni olması göze batmaktadır.  Manayı şamlı ile sanatın <Durkheim> nazarıyatıyla beraber yürümesi arzu olunursa arıza-i tasannu burada başlar.  Önümüzde, şayan-ı tetkik ve tahlil, belki tenvire, hatta izaha muhtaç birçok mesail dururken terkipler ile oynamak eski laf perestliğin yeni şeklidir.  Eskisinde mutaassıbane bir fedakârlığa karşı yenisinde mutasallıf-âne bir gurur görülüyor.  Mubahasat cariyede birkaç nokta daima ihmal edilip gitmekte, bunda kasten ısrar olunmaktadır:

     Tabii kelime, terkip, bir aksi maddidir.  Evvela onun masdarına doğru gidilmezse, hakikat inkişaf edemez.  Biz sair asardan sarf-ı nazar elimizde bir <muhakemetü’l lügateyn> olsa anlıyoruz ki Türkçe aslen zengin bir lisandır.  Fakat bu gananın derecesi suret-i sahihada tayin etmelidir.  Bu tayin edince Türkçenin gerek şark, gerek garp lehçelerinde, sair lisanlardan ahz kelimatta bir insiyak zaruri hâsıl olduğu da elbette tebeyyün eder.  Bundan sonra mesail revabit kelimata intikal eyler.  Bazı içtihatlara göre revabit kelimat terakibin sureti, tabiat lisanı ihlalde ikinci derecede kalmaktadır.  Daha bugün bünye-i lisan da ciddi bir tetkike muhtaç durmaktadır.  Her lisanın bu teşekkül itibarıyla noksanları da olabilir.  Faraza bir de izafet lamiyenin sureti teşekkülü tatabbu büyük bir maniadır.  Buna mukabil lisanımızda bazı evsaf mümeyyeze bulunmaktadır.  Faraza edevat bizde birçok lisanlara nispetle daha mazbuttur.  İkmalde de aynı hal görülmektedir.  Faraza Arapçadan daha basittir.  Onun için bizde Arapçanın, Acemcenin if’al ve müsadereti istimalde kendimize mahsus bir yol intihab etmişiz.  Hatta edevatının birçoğuna da muhtaç değiliz.  Faraza, lakin edat istidraki her zaman için unutulacak bir kelimedir.  Bu günkü lisan hiçbir zaman istiklalini kayıp etmek tehlikesine maruz değildir.  Arapça, hatta Acemceden bu kadar nâ-şinide kelimat istiare eden eslaf bile hayn istimal ve tasarrufta bir zevk mahsusa riayet etmişlerdir.  Tasarruf kelimatta bu nazariye kabul edildikten sonra onun tevsimi sehl olur.  Şark ve garp Türklerinde lehçeler, suni lisan denilen tarz-ı beyan sebebiyle değil, emkine ve ezmine tesiriyle ayrıldıktan sonra bu günkü davaların hüccet butlanı yine tarihin şahadetiyle hâsıl olur. 

Tarih: [Ahmed Resmi Efendinin Berlin’de suret-i kabulü]

     Makalesine müracaat

Hatırat:  1914 senesinde Türkiye – Almanya ittifak muahedesinin akd edildiği salon.

Ahmed Vefik Paşanın lehçeyi Osmaniye’sindeki şu işaretler, bu bahis için irad ve ihticaca layıktır.  Merhum Türk maddesinde diyor ki usul olan kadim üç sülalenin biridir.  Şark Türkleri Uygur, haliç kılıç Karlıh Oğuz, Karlık gibi dört beş ulustan, yani milletten ve gurup Türkleri Kıpçak, Peçenek (Bacanak, Bacnak) Kırgız, Kangalı gibi on kadar ulustan ibarettir. . . .

     . . . Türk eşrafı Oğuz ulusu ve Oğuzun hasib ve nesib sayılan kısmı Kayı ilidir.  Osmanlının terbiye ve terakki ile teşkil ettiği lisan Oğuz Türkisinden yani Türkmen lehçesinden ayrılarak artık lisan-ı Osmani oldu.

     Bu hakikat tayin ettikten sonra bizce yapılabilecek en mühim madde, istiklal lisanı, kavaid mazbute ile tayin ve tespit etmektir.  Lisanın bir müessese-i ictimaiye olmak itibariyle daimi bir tekâmüle maruz bulunduğunu iddia etmek bir şey değildir.  O tekâmülü tetkik ve takrir etmek gerektir.  Garp Türklerinin lehçe-i beyanında fiiller bile tedrici bir tebdile uğramıştır.  Faraza, ittifakı olmayarak ele aldığımız, nevinin mahbub-ül kalıbından

          Kim ki nakliden anın fakr arzusu gitma kay

     Mısrağında ki fiil intihası, lisan eslafında meşhud, <denlu, kaçn> gibi edevat, nasıl bir gün istimal edilmiyor.  Cemiyetin tabi olduğu şerait ruh edebiyata tesir eyliyorsa lisanın bünye-i şeklinde de aynı tebdilat icra hüküm etmek zaruridir.  Hâkim olması iddia edilen Türkçe sarf ve nahvın usulünü, meahizini layıkıyla tefattun etmeden halk lisanı meselesini ileriye sürersek lisan ulum ve fenniye de mahkûm ikamet ederiz.  Bu gün ıstılahat ilmiye ve fenniye Arap veya Farisi terakibe muhtaç oldukça ayrılık, gayrilik hiçbir zaman zail olamayacaktır.  Lisanlarda hayat olması doğru ise onun sabavetine neden hüküm olunmaz da . .   Daha teşkilat bünyeviyesi ikmal edilmeden yalnız terkiplere hücum edilir, durulur.  <Mehtab> terkibi halk arasında şayi, birçok vasıf terkibi mütedavil. .   Onlar milli bir şekil alırsa, bir sanatkâr edibin – kaideyi tahdide mürâât edilmek şartıyla – kullanacağı terkiplerden ne için vasıf milliyeti niza etmelidir?  Duyduğu milli olan bir adamın yazıp söylediği de milli olamaz mı?  Acaba hangi lisandır ki söylendiği gibi yazılır?  Acaba hangi adamdır ki teklemde kavaid rabtiyeye hakkıyla riayet eder?  Acaba vasıf terkiplerin bizim lisandaki mevkii onlarca henüz tayin etti mi?   Türkçenin kabiliyet istikakiyesi ne merkezdedir, kelimat mürekkebe Var mıdır, yok mudur, ihtiyaca kâfi midir?  Arapçadan, farilsiden neler almışız, masadır ve efaili kendi tasrifimize idhal etmekle ortaya çıkan <hakk-ı mükteseb> kabil-i ihmal midir?  Buraları düşünmek istedik mi?

     Payitaht lehçeyi beyanatını esas ittihaz etmek, iddia ile fiil arasında tenakuza düşmek demektir.  Halk lisanı ise yalnız İstanbul şivesi değildir.  Hem o şive arasında bile mekân ve hayat itibariyle bariz farklar görülürken. . .   Bizce acınacak cihet, lisanımıza hâkim olmasını arzu ettiğimiz sarf ve nahvdan bile büsbütün gafil durmaklığımızdır.  Bunun için çok misaller getirebilirdik.  Fakat la-ale-t-ta’yin aldığımız bir mecmuada <Falih Refiki> imzası üstünde okuduğumuz birçok satır yazıdan nakil edilecek bir iki cümle – şimdilik – kifayet eder zannındayım.

     ]İstitrad:  içtimaiyatçılarca bilinmesi lazım gelen hakikatlerdendir ki teşkil cemiyette – terakkiyatta – mu’tekadât büyük bir vazife ifa etmiştir.  Sosyolojide işe yarayan birçok revâbit bunun sayesinde husule gelmiştir.  Onun için hiçbir mülahaza olmasa <Falih Rıfkı> imzalı yazıları neşir etmeden çok düşünmek gerekti. L ]

     Falih Rıfkı Bey eserinin bir yerinde diyor ki:

     [. . . Burada kaba tortular var.  Ve bunlar başın etrafına, dönük bir hava sarıyorlar.]

     Bu ibarenin Türkçe ile halk lisanı ile münasebeti nedir?  Hele cemadata cem sigasıyla fiil ilhak etmek Fransızca sarfında bulunurken biz nasıl olur da bu lisana iyi gözle bakarız?  Lisan-ı halk ile lisan-ı tahrir arasında fark olacak ise acemi bir mütercim yazısına benzeyen şu yazıya mukabil, olduğuna hüküm edilen tarz beyan daha makbul olmaz mı? 

     Yine Falih Rıfkı Bey diyor ki:

     [ . . . Geçilen silsile inilir. . ]

     İşte saf bir Türkçe numunesi daha. .

     [Kalıplara büyük hayat veren sergüzeşt ile örtülmüş yerlerinde.]

     Biraz daha gidelim:

     İnce, huşulu ve muhteşem bir gölge. . .

     Sabır ediniz.  Fransızcadan alınmış gibi (filan şey için bahis edecekti…)

     Daha aşağıda:

     Hepimiz de yıkanmış, ezilmiş, parçalanmış asab vardı. 

     İşte yeni Türkçe numuneleri.  Daha yukarıda:

     Bu avdet ağır, teskin eden, istila eden bir avdetti.

     Zat mesele, terkipte değil, bünye ve esas lisanı bilmekte feryadı çoğumuz tarafından tekrar edilirken şu cümlenin Türkçe ile olan münasebetini lütfen izaha tenzil edilmez mi?

    [ İçimizde cüretler üstüne korku ve tazim indi.]

     Cümlesiyle sonunda:

     (çıkarken boşalmıştım ve sarındım]

     U’cûbesi hakkında verilecek hükmü de umuma terk ederiz.

     Şu kadar izahattan sonra düşündüklerimizi biraz anlatabildik. İtikadıyla seviniyoruz.  Tavzih-i maksat ise bizce aksayı matluptur.

               Hüseyin Kazım

     [ 1 ]  La generation spontanee et la transformision illustrees par Darwin.

     [ 2 ]  La Marc – Darwin

İntibaat:  bahriye nazırı Cemal Paşa hazretleri Almanya’da iken İskajerak kahramanlarından Amiral Scheer ile mülakatı.

HARP HAZIRIN MENŞEİ

Gecen nüshadan mabad

     Sulh muahedeyi katiyesi Frankfurt’ta akid olunmuştur.  10 Mayıs 1871.  Şerait esasiyesi Fransa tarafından Alsas – Loren kıtasının terki ve beş milyar frank tazminat tediyesi idi.  Tediyenin arkası alınıncaya kadar rehin makamında olarak Fransa’nın bazı departmanları Alman askerinin zir işgalinde bulunacak idi. 

     Frankfurt muahedesi Fransa’ya pek ağır geldi.  Tazminat o zamana kadar işitilmemiş derecede fahiş olmasından ziyade vatan toprağından parça koparılması güce gitti.  Gambota muahedeyi tastik etmeyerek mebusluktan istifa etmiş idi.  Alsas – Loren mebuslarının meclis salonundan infikak-ı izhar-ı tesirat eylemeye sebep olmuştu.  Tiyer mecliste muahedeye dair münakaşayı men ve izahat itasından istinkaf eyleyerek ihtiyaç has eyledikte bünyeyi kurtarmak için bir uzun katmana razı olmak zaruri olduğunu söylemiş ve önümüzde yatan büyük cenazeyi ihyaya bütün kuvvet ve faaliyetimizi sarf etmek gerektir.  Olan oldu vazife-i tamiriyemizle takayyüd edelim.  Gerisi münakaşatı bizi bir hatve ileri götürmeyecektir ihtarıyla muahedeyi ekseriyete kabul ettirmiş idi.  Kuvveyi icraiye reisi unvanı reis-i cumhura tahvil olunan bu pir ruşen zamir Fransa’nın halas ve istikbalini hazırlamıştır.  Evvela tazminatı vade-i muayenesinden evvel tedarik ve tediye eyleyerek işgal altında bulunan departmanları tahlisiye sürat mahire ile muvaffak olmuştur.  Bu eser hamiyeti, aynı zamanda bir mühimme-i siyasiye idi.  Çünkü Alman askeri Fransa toprağında bulundukça köylülerle aralarında macera eksik olmayıp bir tarafın husumeti ve diğer tarafın huşuneti sui tefhimler tevlidine ve en ufak bir vesile nizaın tecdidine bahis olabilir idi.  Tazminatı vermek için vükelanın bile haberi olmayarak tertip eylediği suret-i tasviye-i maliye Tiyer’e o esnada vatanın halaskarı lakab mübeccelini bahis eylemişti. 

     Saniyen, müdafaayı memleket ümera hemine fevkalade itina eyledi.  Parlamento’ya hizmet mecburiye-i askeriye kanununu tastik ve bütçede tahsisat askeriyeyi tezyid ettirdiği gibi ser-haddat hududenin tersinine ferdayı harpte yani 1872 senesinde bedai ile himmât mahsusa sarf eylemiştir.  Yapılacak istihkâmatın planlarını erkân-ı harbiye heyetiyle bizzat münakaşa eder ve tesri’ inşaatına doğrudan doğru nezaret eyler idi.  Hazinesinde beş milyar franklık gedik açılan Fransız milleti ihtiyar reisinin istediği fedakârlıkların hiç birini diriğ etmiyordu. Hatta ittihaz ve tatbik eylediği tedabir-i iktisadiye sayesinde hazine-i devlet gediğin açtığı yarayı duymuyor idi. 

     Salisen, reiste bulunduğu hükümet cumhuriyeyi (kendisi cumhuriyet taraftarı değil idi) ifrat ve tefritten muhteriz bir meslek kavim akilane ve itidal perveraneye sevke çalışmakta ve muvaffak dahi olmakta idi.  Fransa’da revalüasyonlardan çıkan cumhuriyetler taşkınlık ile mütearif olduğundan düvel-i saire nazarında ihtiyat ile telakki oluna gelmiş idi.  Tiyer bu sui nazarı def ve izale etmiş ve muhafazakâr cumhuriyetin milel saireye zaruri olmadığını göstermiştir.   

     Velhasıl iki üç sene zarfında Fransa’nın izhar-ı cihet tanzim-i idare ve tezyid kavi eylediği görülüyor idi.  Gambotanın Fransa’nın hayatı milletin münevver, faal, müsellah olmasına mütevakkıftır, sözü günden güne saha-i tatbike konuluyor idi. 

     Fransa’nın telafi-i mâ-fât ile böyle az vakit zarfında kendini toplaması ve nîk endîş hükümet akıllısıyla düvel-i saire nezdinde kesb-i itibar eylemesi Almanya’nın hoşuna gitmiyor idi.  Bahusus Alsas – Loren meselesi halkın verd zebani ve politikacıların matbuatın sermaye-i makali olduğundan Fransa’nın tırnağı uzadıkta istirdadına kalkışacağı ayanen görünüyor idi.  Buna karşı Almanya’ca tedabir mani ittihazı lazımeden idi.  Münasebet sulhiyeyi iade eden iki millet yekdiğerine nayzen bakışı ile bakıyor idi.  Aralarında nihayetsiz ve hali menkul bir rekabet, bir adavet uyanmış idi.  Hatta Frankfurt muahedesini mütareke tesmiye edenler var idi. 

     Prusya kralı birinci Wilhelm 18 Kanun-u Sani 1871 tarihinde Versay karargâhında Almanya imparatorluğunu ilan eyledi.   Alman milleti artık ittihad ediyor idi.  Lakin ananeyi kadime veçhile Alman hükümdaranı memleketlerinde hükümet hususiyelerini muhafaza eyliyor idi.  Alman daverlerince muhafaza-i istiklal olunmak şartıyla imparatorluğun şekil ittihadını tayin ve tesis eylemek bade-i umurda müşkülata tesadüften hali kalmadı.  Nail-i emel olan ve hizmet bir güzidesine mükâfaten imparator tarafından prenslik payesiyle taltif kılınan Bismarck müşkülat müvellidenin ref’ ve faslıyla bir hayli uğraşmağa mecbur ve cerbezesi sayesinde bil hamle esaslarda muvaffak oldu.  Muhasedeye meydan vermemek için fetih cedidin (Alsas – Loren) Alman mülûkünün hiç birine değil heyet-i imparatoriya ya aidiyetini ilan eyledi.  Ve revabit ittihadiye yi takviye zımnında dahi meskûkâtın ve kavaim naktiyenin ve kavanin adliye ile usul muhakemat hukukiye ve cezaiyenin tevhidine ve bank federal namıyla müşterek bir banka tesisine ve zaten mevcut olan gümrük müştereğini iktisadi ve idari ve askeri bir takım münasebat müştereke ile takviye ye bezl gayret eyledi.  Prusya tahkimini his ettirmemek için diğer daverlerin izzet-i nefsini mümkün olduğu mertebe okşayor idi.  Bu istimaletler meyanında Prusya hanedanının imparatorluk umuriyla iştigal etmesine yevmen min l eyyam adem-i imkân vaki olur ise imparatorluk niyabetinin Bavyera hanedanının ağzına bir parmak bal çaldı.  Zira Prusya’dan sonra azim hükümet Bavyera olup Bavyera rical siyasiye si istiklal infiradiye en ziyade taraftarlık göstermiş ve ittihad imparatoruya en son muvafakat eden Bavyera kralı olmuş ve fetih cedideden kendi hududuna civar olan yerlere ibtidayı harpte iddiayı hukuk eylemişti.

     Almanya imparatorluğu bu günkü şekilde tanzim olunduktan sonra Bismarck millette mahsus olan terakki istidatlarının inkişafına vasıta-i harpte memleketin uğradığı zayiatı cebir ve telafiye ve tazminatın bir milyarını istihzarat harbiyeye hasr ile Fransa’nın self-ül beyan tedarikatına mukabil hudut boyunda kıla müstahkeme ihdasına ve diğer taraftan da yeni imparatorluğun siyaset hariciyesine kuvvet verilmek vermeğe çalıştı.  Sarıldığı işi başa çıkarmak bu adamın cümleyi hasailindendir.

     Prusya hegemonyası altında Alman ittihadını itmam için Avusturya’yı der-aguş etmek ve onunla yek dil ve yek cihet olmak lazım eyledi.  Zaten Bismarck senelerden beri Avusturya’nın dostluğuna kıymet veriyor idi. Sadova muharebesinden sonra akd olunan Prag muahedesinde 1866 birinci Wilhelm Avusturya’dan bir miktar arazi almak niyetinde iken Bismarck kaviyyen muhalefet etmiş ve mesele galebeden sonra taraf mağluptan ne kapılacağını düşünmekte değildir.  İhtiyacat siyasiye ye göre netayiç müstahsilenin ehemmiyetini takdirdedir. . .  Taraf galibin talebinde idi.  Adalet şedide tevlidinden ve açılan yaraların olmamasından hazer edilmelidir.  Dünkü düşman ile yarın barışıp teşrik-i mesai ve menafi etmek imkânını saklayarak gayz ve kinden azade bir surette münasebatın iadesi ne gibi iyiliklere masdar olabileceği derpiş kılınmalıdır, demi idi ve birinci Wilhelm’i ikna eyleyerek Avusturya’dan bir karış bile ilhak ettirmemişti.  Bu meslek dürbünane sayesinde Avusturya milleti Prusya ya hiçbir adavet milliye bağlamamış idi.  Sâlif-üz-zikr muahedenin Avusturya ya karşı yegâne şart mühimi Habsburg Hanedanının Almanya umurundan katiyen keff-i yed etmesi olup bundan yalnız Fransuva Jozef’in şahsi müteessir olmuş ve Alman olmayan diğer Avusturya akvamı ceriha-dar olmamıştı.

     Bu kere Bismarck’ın uzattığı dost vedâd ve vifak Avusturya hariciye nazırına mukabele eyliyor idi.  Zira müşarüliye Avusturya ulüvv-i cenabi ve istiklal heyet-i aliyesini kemâ-kân iltizam edenlerden ve Sadova acısını unutamayanlardan olup Prusya politikasına ittiba’ itiyat ile telakki ediyor idi.  Fakat Fransuva Jozef birinci Wilhelm ile Salzburg’da mülakatından az sonra Bayest’i istifaya davet edip Teşrin-i Sânî 1871 hariciye nazareti umurunu Macar reis vükelası Kont Anderas’ıya tevdi etti.  Anderası Bismarck politikasına gayetle müsait olduğundan ondan sonra Avusturya politikası Almanya politikasının tabii gibi kaldı.  Birinci Wilhelm işbu Salzburg mülakatı esnasında kont Debayste siyah kartal nişanı verirken şaka tarzında lakın manidar bir eda ile <Kont sizi biraz karaladım> demiş idi ki bu hitap bir nevi itab ve takrib infisalını ima idi. 

     Günün birinde Avusturya’yı terekküb eden Alman eyaletini bel’ edebilmek Bismarck’ın tasavvuratı haricinde değil idi.  Binaenaleyh bu demden itibaren Avusturya faaliyetini şarka doğru Balkan yarımadasına cevirdi.  Kont Anderası bu politikayı bir müddet terviç etmiştir ki Bosna ve Hersek’in işgali ve sonraları Avusturya’nın Selanik’e doğru sarkacağına dair ara sıra Slav menbaından tereşşuh eden havadisler onun neticesidir.    

     Almanya imparatorluğu Avusturya böyle avucunun içine alınca Avrupa merkezinde toplu bir kuvvet azimenin hâsıl olması muvazene-i devliyece şayan-ı teemmül olduğu gibi Fransa devleti için bihakkın cay-ı endişe idi. 

     Fransa’yı zayıf ve yalnız bırakmak Bismarck’ın politikası icabatından idi.  Fransızlar beş milyar tazminatı çabuk unutup lakın Alsas – Loreni bir türlü yüreklerinden çıkaramıyorlar idi.  Gizli tutmadıkları hissiyat kalbiyelerini izhar eyledikçe Bismarck’ın infial ve gazabı şiddet buluyor idi.  Koca kurt pençesine geçirdiği ve Alman milletine peşkeş takdim ettiği fetih cedidi gerd-bad kazaya kaptırmayacak idi.  Orayı benimsemiş ve Almanlaştırmak nokta-i nazarından bir idare-i mahsusaya tabi kılmış idi.  Reichstag’da Alsas –Loren mebusları eyaletlerinin Almanya ya ilhakı meselesinde itayı reyden men olunup da protesto ettikleri kendine haber verildikte hiddet ve dürüşti ile ne acayip! Bu Alsaslı efendiler şikâyet ediyorlar.  Kendilerine her türlü bahtiyarlığı temenni eder idik.  İlhaktan maksat onları bahtiyar etmek değil idi, demiş idi.  Hukuktan dem vuranlara <kuvvet hakka galiptir> cevabı malum.

          Mabadı var

               Abdurrahman Şeref                   

Mefahir

SEDDÜLBAHİR KARŞISINDA

Çocuklarıma kıraat-ı tarihiye

     Fırkaya . . . .  Paşa kumanda ediyordu.  Bizimkiler, Seddülbahir karşısında, siperler içinde Çanakkale boğazını müdafaa ediyorlardı. 

     Solda:  Fransızlarla Senegalliler, Tunuslular, Dahomey’liler. .   Hep Avrupalılar, Afrikalılar vardı.  Sağda, karşıda:  İngilizlerle Yeni Zelandalılar, Kanadalılar, Hintliler. .   Hep Avusturyalılar, Amerikalılar Asyalılar bulunuyordu.

     Biz, orada bütün dünyaya karşı durmuştuk.  Müttefiklerimize muvasalamız yoktu, bir şey alamıyor, yardım göremiyorduk. 

     Tamam, iki buçuk sene oluyor.  Bir bahar sabahıydı.  Şafak sökmüş. .  Ortalık ağarmış, ta uzaklarda deniz kıyılarında, düşman elindeki Seddülbahir’den hafif dumanlar yükseliyor.  Siperler yanındaki Kirte köyü yıkık, ıssız bir yığın halinde görünüyor.  Deniz üstünde düşman donanmasının muhteşem zırhlıları, cesim kruvazörleri saff-ı harp nizamında dizilmiş, hazırlanmış duruyor.  Sayısız torpidoları onların etrafında dolaşıyor, kaynaşıyordu. 

     Ortalık ağarmıştı, sağdaki İngilizler, Avustralyalılar. .   Soldaki Fransızlar Afrikalılar. .   Karşıdaki ufku kaplayan sıra sıra kruvazörler, zırhlılar, denizden karadan hep birden ateş püskürmeğe başladılar. 

     Mevzilerimizi dövüyorlardı:

     Gülleler, humbaralar dolu taneleri gibi geliyor, çarpışıyor, patlıyor;  toprak kümelerini, taş parçalarını göklere fırlatıyor:  Etrafı toz bulutları kaplamış;  dumanlar içinde gemilerden fışkıran alev sütunları bir kan indifalarına benziyordu. 

     Bizimkiler, o bir avuç kahramanlar, kaç günden beri o sıra siperler içinde ölmüşlar fakat yenilmemişlerdi.

     Mevzilerimizi dövüyorlardı:

     Sanki yanar dağlardan fırlayan ateş bulutları kasırgalar vücuda getirmiş, volkan humbaralarından dolu sağanakları husule gelmişti.  Siperlerimizin bulunduğu topraklar, sanki zeban etmişler, her tarafa dahmeler saçarak mütemadiyen kaynıyorlar, köpürüyorlardı. 

     Bazen bir sıra gülleler, siper kenarlarına birden çarpıyor, topraklar kitle halinde müdafiler üstüne yığılıyordu.. . .

     O gün, müdafaa ettiğimiz topraklar, demirle kanla ateşle yoğruldu. 

     Hücum başlamıştı:

     Bizimkiler;  acaba müdafaa edebilecekler miydi?  Yoksa orada kalmışlar mıydı?  Topumuz, tüfeğimiz, bu hay ve huy içinde ancak fark olunuyor, sessiz gibi kalıyordu. 

     Kumandanları bir Almandı, hem cesur bir Almandı. 

     Artık dayanamayacağımıza hüküm etmiş, geride ikinci bir sıra siperler kazdırmıştı.  Geldi, dolaştı, her şeyi hazır buldu.  İleri siperlerde vuruşanlar elbette duramayacaklar, döneceklerdi.  Fakat acaba onlara mukadder olan neydi?  Dönmek mi, sevilmek mi? 

     İnfilaklar mütemadi bir inilti halini almış, mitralyözlerin, tüfeklerin takırtısıyla müthiş bir ahenk vücuda getirmişti.  Zemin.. . Titriyor, sarsılıyor. . Topraklar fıkırdıyor, kaynıyordu.

     Yaverine döndü, emir etti:

  • Tarassut mevkiine gidiniz.  Ricat edebilirler mi ve kaç kişi geliyorlar, bakınız! Dedi.

     Gülleler, humbaralar, dolu sağanakları gibi geliyor, çarpışıyor, patlıyor.  Etrafı toz bulutları kaplamış.  Dumanlar içinde gemilerden fışkıran alev sütunları bir kan indifalarına benziyordu.

          Kumandan bir Almandı.  Cesur bir Almandı.

     Dünyanın en güzel ordusunda kumanda etmeğe alışmış, lakin mebzul vesaitle dövüşmüştü.  Zırhsız vücutların çıplak göğüslerin ateş tufanlarına nasıl karşı koyduğunu görmemişti. 

     Dakikalar, asırlar kadar uzadı.  Yaver geldi.  Karşısında dikildi.  Haberini verdi:

  • Efendim, mukabil taarruza kalktılar!

     Meğer herkesin döndüğü yolda onlar ileri gitmişler.

     Çocuklar!  İşte o kahramanlar bizim neslimizdendi.  Başlarında da sizin gibi mektep sıralarından alınmış;  sizden bir az kabaca. .   Yaşını henüz almamış gençler vardı.

     Dövüştüler, dövüştüler, haftalarca aylarca sürdü.  Biz İstanbul’da çok zaman, çok zaman sonra, ancak 8 Haziran 1333 sabahı neşir olunan bir tebliğde şu satırları okumuştuk:

     <<kıtaatımız, Seddülbahir civarında medid ve kanlı muharebatı müteakip düşmanı müthiş bir hezimete duçar etmişlerdir.  Düşmanın zayiatı 7000 kişi raddesinde bulunuyor.>>

     Saraceddin

Mütâlaa

EDEBİYATTA ŞAHSİYET

     Her zamanın ve her mesleğin bir üslubu vardır.  Mesela Fransa’da, on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu asır eserleri arasındaki hususiyetler, ayrılıklar aşikârdır.  Bunun gibi klasik, romantik, realist, parnasiyen «Parnasse Contemporain» ve sembolistlerin de üslupları biri birlerinden ayrı şekildedirler.  Bunun içindir ki bu asrı ve zümrevi hususiyetleri vücuda getiren ediplerin, şairlerin eserlerinde bir <ayniyet> göze çarpar.  Fakat bu hal o asır ve yazımıza edip ve şairlerinden her birinin ayrı ayrı birer edebi şahsiyete malik olmalarına mani olamamıştır.  Korney, Rasin, Moliere, Buffalo ilh.   Umumiyetle klasik telakki edilmiş olmakla beraber, her birinin arasında bir şahsi başkalık vardır.  Ve mensup oldukları mektebin umumi çehresi değil, kendilerinin bu çehre başkalıklarıdır ki, her birinin sanattaki kıymetini ibraz ettirir.  Bunun gibi, son devrin yetiştirdiği Rodenbach, Verhaeren birer sembolist olmaları hasebiyle hepsinin üslubunda iştirak noktaları görülür.  Ancak bir de usul kıymetlerinin mündemiç olduğu şahsi mümtaziyetleri vardır.  Bu her yerde, her meslek ve zamanda böyledir.  Münekkidin vazifesi, o asrı ve zümrevi umumiyetleri değil, bu şahsi mümtaziyetleri keşif etmektir.  Esasen edebiyatta umumiyet dediğimiz şeyler, muhtelif mizaçların üzerine konmuş mektep etiketlerinden başka bir şey değildir.  Yalnız bu etiketleri görerek, mesela (Georges Rodenbach vardır, diğerleri onun gölgesinden ibarettir.)  demek veya (Albert Samain, hem kendi imzasıyla yazmıştır, hem de arkadaşlarının ismini kullanmıştır.)  diye iddiayı daha zarifane serd etmek kütebinliktir.

     Bu kısa izahla, meslek ve mektep umumiyeti ile her edib-i şahsiyenin hususiyeti tayin ettikten sonra, edebiyat cedide mektebi mükteseplerinin

İntibaat:  [Heybeli ada yarışlarında hakem heyeti.]

Tevfik Fikret merhumun gölgesinden ibaret ad edenlere cevap vermiş olmak için biraz da edebiyat cedide zümresinden bahis etmek iktiza eder. 

     Hiç şüphe yok ki edebiyat cedide şairlerini müştereken gösteren ve hepsini birlikte Hamid devresinden ayıran bir üslup umumiyeti vardır. 

Yine inkâr edilemez ki, bu onların içinde en ziyade edebi <sulta – autorite> yi haiz olan fikrinde bütün kemaliyle gize çarpar.  Evet, Fikret ve onunla beraber diğer arkadaşları, Hamid’in lisanından başka bir lisan kullanmışlardır.  Fakat mesele burada bitmez.  Belki usul buradan başlar.  Müstakbelin münkadı bana kalırsa en ziyade şu noktaları, Fikret’i Cenap’tan, Cenabı Faik’ten, Halit Ziyayı Rauf’dan, hülasa her birini diğerlerinden ayıran hususiyetlerin neler olduğunu, her birinin ruhunu ve kâinatı nasıl görebildiğini, hangisinin tahlilde, hangisinin tasvirde daha ziyade muvaffak olduğunu, his ve hayallerinin biri birinden nasıl ayrıldığını arayacaktır.  Ve asıl maharet, bunları meydana çıkarabilmektir.  Fransız bediayatcılardan Charles Lalunun dediği gibi, <<istihza güç bir şey değildir, ağır başlı bir edebiyatçı böyle şeylere kulak asmaz.  O bilir ki her insan ve bu meyanda her şair, küçük büyük birer ayrı psikoloji kitabıdır.  O nafiz nazarlarla tetebbu edilmeli;  mutlaka meydana başkalarına benzemeyen bir şahsiyet çıkar.>>    

     Ben bugün bunu yapmağa çalışacağım bile demiyorum.  Çünkü meselenin ne kadar mühim olduğunu iyice idrak ediyorum.  Binaenaleyh <tarassut> oluştan ziyade <hadesi> hareket edeceğim.  Kari’ilerimin de böyle hareket etmelerini temenni ederim.  Onun için fikirlerimi, edebiyat cedide mektebine mensup birkaç şairden birkaç misal serd ederek izah etmiş olmakla iktifa edeceğim.

     Sanırım aşağıda derç ettiğim misallerden her birinde, fiillerini teşhis ettiren hususiyetler aşikârdır.  İşte bir parça serlevhası <infialat mariz-ane> daha bu terkipte bile, şu mısralarda gördüğümüz başkalığı seziyoruz:

     Görülüyor ki, edebiyat cedide şairleri arasındaki üslup iştirakine mukabil hepsinin birer ayrı tahassüs ve tahayyülü, ifadesi, tahlili, tasviri de vardır.

     İşte asri ve mesleki umumiyetler içinde şahsiyetin inkâr edilemeyecek olan hususiyetleri ve işte hakiki münekkidin sabahlarını akşam edecek bir mevzu;  bir çetin, fakat mühim mesele. .

          Nezaket Haşım   

Tetebbu

Muharebe gemilerinin cesameti

     Tahtelbahirlerle büyük muharebe gemilerinin leh ve aleyhinde neşriyat ve uzun boylu münakaşanın devam ede gelmekte olduğu şu zamanda Atlas denizinin garp kıyısındaki hükümet-i müttehide büyük bir inşaat-ı bahriye programı kabul ve kısmen tatbik etmiştir. 

     Üç dört sene gibi az bir müddet zarfında ikmal edilecek ve âlem-i bahriyede şimdiye kadar emsali görülmemiş olan bu muazzam program (22,600) tonluk cesim muharebe gemileriyle 35,000 tonluk ve 35 mil sürate malik muhib ve seri muharebe kruvazörlerini ihtiva etmektedir.  Bu sefainin bir kısmı 12 kıta 35 santimetrelik diğerleri 8 hatta 40 santimetrelik top taşıyacaklardır.

     Programda büyük gemilerden başka birçok torpido muhripleri ve tahtelbahirlerle cephane, tamirat, mahrukat ve levazım sefaini de mevcuttur.  Tekmil inşaatın meydana gelmesi için yüz milyon İngiliz lirasını mütecaviz bir meblağ sarf olunacaktır. 

     Harp hazır dolayısıyla itilafçıların birçok altınını bir cedide nakil etmeye muvaffak olan müttehide-i Amerika hükümeti bu meblağ azimeyi hiç şüphesiz tediye edebilir ve esasen müterakki olup ahval-i harbiye münasebetiyle birçok inkişafa mazhar olmuş bulunan Amerika sanayii de tabii inkişafatı başa çıkara bilir. 

     Bu programa ait tahsisat kanununun bir maddesinde kongre, Amerika bahriyesi için inşa edilebilecek en büyük geminin ne cesamette olacağını bahriye nazırından sormaktadır.  Nazırın bu suale verdiği cevap ber veçhe atidir.

     29 Ağustos sene1916 tarihli tahsisat bahriye kanununun inşası taht-ı imkânda olan en büyük muharebe gemisi hakkında sorduğu sual üzerine icap eden tahkikat ve tetkikatı yaptırdım.  Sefin-i harbiyenin hacmini tahdid edecek olan en mühim amil – Amerika için – Panama kanalı ile Amerika limanlarının ve liman medhallerinin derinlikleridir. 

     Bu şerait altında muharebe gemilerinin esaslı havas harbiyelerinden bir veya ikisini kifayet azamiyede bulunduracak namütenahi gemi resimleri tertibi mümkündür.  Nezaretin askeri ve fenni mütehassısları birçok muharebe gemisi resimleri tertip etmişler ve bunlar üzerinde derin tetkikatta bulunmuşladır.  Aşağıda hudut esasiyesi gösterilecek olan muharebe gemisi şerait hazıraya göre inşa edilebilmesi mümkün olan sefainin kıymet-i harbiye ye ve askeriye nokta-i nazarından olduğu mertebe-i terakki ise bu işi deruhte edebilecek bir haldedir. 

     Bu geminin ebadı ve başlıca havası şunlardır:  

     Mai mahreç 80,000 – seksen bin – ton, tûl 300 metre arzı 33 metre, kömürü, suyu kumanya ve cephanesi tam olduğuna göre çektiği su 10,5 metre olacak.  Ana bataryası bahri ölçer toplu beş tarat dâhilinde 15 adet 45 santimetrelik toptan ve ikinci bataryası 21 kıta 15 santimetrelik toptan müteşekkil olacaktır. 

    4 adet 53 santimetrelik tahtelbahir torpido kovanını hamil ve ana zırh kuşağının kalınlığı 40 santimetre olacaktır.  Su altında kalan kısmı elyevm mümkün olan en mükemmel ve müessir usul ile taht-ı muhafazaya alınacaktır.  Sürati 25 mil ve depolarının istiab ettiği mahrukat ile nısf kutr seyri 12000 mil bahriye baliğ olacaktır.  Yani bir defada aldığı mahrukat ile bu kadar mesafe kat edebilecektir.

     Böyle bir gemi takribi elli milyon 50.000.000 – dolar sarfıyla vücuda gelebilecektir.

     Gemi gemiye, münferiden mukayese edilecek olursa bu gemi mevcut muharebe gemilerinden pek yüksek bir kıymet-i harbiyeye haiz bulunacaktır.  Şu kadar var ki, bu sınıftan tek bir gemi Amerika kuvveyi bahriyesine büyük kıymet vermeyecektir.  Çünkü bunun hali hazırdaki filonun diğer cüzleriyle müttehiden hareket ve harp etmesi kabil değildir. 

     Bu cins sefainden layıkıyla istifade edebilmek için mezkûr sınıftan lâ-akall beş kıta inşa etmek zarureti vardır.  Bunların dördünden bir fırka teşkil edilir, beşinci ya ihtiyat olur veya tamirde bulunan diğer bir geminin fırkadaki mevkiini alır.  Binaenaleyh tek bir fırka için yuvarlak hesap 25.000.000 dolar masraf etmek icap etmektedir. 

     İnşaatta bu veçhe ile büyük bir adım atmanın muvaffak olup olamayacağını araştırırken, Amerika’nın inşa edilmiş ve edilmekte bulunmuş gemileriyle inşası taht-ı karara alınmış sefainin kıymet nisbiyelerinin mühim derecede tenkis edeceğini derpiş etmek lazımdır.  Ve elyevm mevcut Amerika muharebe gemilerinin de diğer hükümete ait gemilerin en cesim ve en kavisi olduğunu unutmamak iktiza eder. 

     İngiliz bahriyesi dretnot sınıfı ilk geminin inşasını ikmal ve teçhizatını itmam ettikten sonra Kuvayı bahriyeye ölçmek için başka bir mikyas kabulü icap etmişti.  Ve mezkûr menafiden evvelki muharebe gemileri kıymet askeriyelerinden sukut ederek mensup oldukları hükümete ancak tali derecede hizmet edebilir bir derekeye inmişlerdi.

     Bu sebepten seksen bin tonluk muharebe gemisi inşası yine bu tarzda bir inkılaba sebep olacak ve bunlarla çalışacak diğer sefainin hacimlerinde de esaslı tadilat ve tebdilatı mucip olacaktır. 

     Bütün bu müşkülat ve mülahazat nazar-ı dikkate alınarak üç senelik bahriye programının ufak tefek tadilat ile tatbikine karar verilmiştir.  Nezaret programın ihtiva ettiği sefin harbiyenin adet ve sınıfını Amerika bahriyesinin kuvvetini tezyid edecek en münasip ve en doğru bir vasıta olduğuna kanidir. 

     Avrupa’da cereyan eden harp birçok vakalar tevlit etmişte.  Fakat mesul ve mütehassıs her bir bahriye zabitine irad olunacak muhtelif suallere kati cevaplar vermeyi mümkün kılacak derecede bu vakaya ait mevsuk malumatı henüz dest-res olunamamıştır.  Bu hakikat ve harbin cereyan atisi nazar-ı dikkate alınınca, muharebe gemileri için yeni bir tip meydana konması birçok düşüncelere güçlüklere maruz bulunmaktadır. 

     Mülahazat ile hal ve mevkiin müdekkik-âne tarassut, elyevm mevcut olan sefain harbiye tiplerinden ehemmiyetli bir surette ayrılmayı tasvip ettirmemektedir.                  

    Şevket

Deniz sesleri

Muharebeye hazır ol

     Emin limanda sakin sakit bir kruvazör yatar.  Deniz kıyılarında işsiz güçsüz dolaşan bir kimse kruvazörün birkaç saat içinde hayat memat mücadelesinde bulunacağını kestiremezdi.  Mürettebat ve taife bomba ile iştigal eder, bunlar bile az bir zaman sonra tahakkuk edecek tehlikeden bihaber bulunur.  Birkaçı, güvertede atıl-âne dolaşır, geminin ne vakit kalkacağı ve nereye gideceği hakkında yekdiğerine sualler sorar.

  • Bordaya bir filika gelir, bir evrak verir.   Nöbetçi zabiti, mürettebattan

 hiçbir kimsenin dışarı çıkmasına müsaade etmemek üzere emir alır.  İmdat çıngırakları pruva edilir;  İhtiyat cephane çıkarılır.  Gemi muharebeye hazırlanır.

     Ba’de-z-zevâl saat iki olur.  Efradın merakengiz sualleri işitilmeğe başlar.  İşaret istasyonundaki fırtına topu fena havaya delalet eder.  Bunun üzerine gemiyi deniz tertibine almak yani güvertede bağlı olmayan eşya, aşağı alınmak veya güvertede münasip yerlere bağlanmak üzere emir verilir.  Artık bir emiri diğeri takip eder.  Emirler nöbetçi porsuklar vasıtasıyla şu suretle pasaparola edilir.  Elbise değiştir, toplar gece için hazır olsun.  Birinci harp vardiyasının top bir numaraları hazır olsun.  Bir numaralar tabura.  Vesaire.  Şimdi güvertede telaşlı, daimi hareketler başlar.  Zulmet, tedricen tezayüd eder ve diğer bir emir daha gelir;  ikinci harp vardiyası, ışıkları söndür.  Gemide bulunan herkes muharebe mevkiini bilir.  Birkaç dakika içinde – geminin mevcudiyetini harice ifşa edebilecek – eşya ufak bir ışıktan bile eser kalmamış bulunur. 

     Akşam saat 6, her iki vardiya demir başına kumandası verilince herkes, geminin limandan hareket edeceğini anlar.  Halatlar fora edilir.  Gemi harekete başlar.  Kruvazör çıkarken mendil sallamalar, teşyi sedaları, mızıka ve şarkılarla değil biruh bir heyula gibi sakin ve sakit limandan çıkar.  İhtimal ki birçokları;  Acaba tekrar geri dönebilecek mi?  Diye düşünür.  Bir geminin harp zamanlarında maruz bulunduğu bunca tehlikelere, fırtınalara, kayalıklara, diğer gemilerle müsademelere ve en fecii de bir mayına veya bir tahtelbahir tarafından hain-âne atılan bir torpidoya nazaran bu endişe mahk görülmek lazım gelir.

     Akşam, saat 8, etraf kâmilen zulmetlere bürünür, o kadar ki adeta göz karşısında tutulan eli bile görülemez.  Rahatçı vardiya, uyku mahallerine (yanakları güvertede) gittiği sırada nöbetçi vardiya dahi topları, gözcülük mevkilerini tutar.  Birçok gözler, zulmetleri yarmağa çalışır, görülen her şeyi, kumanda mevkiine ihbar edilir. 

     Saat 10, kararlarında – sancak baş omuzluğunda siyah bir nokta ihbar ediliyordu.  Bu ışıklarını söndürmüş ve pek yaklaşmış bir gemi idi.  Dost mu, düşman mı?  Hazır ol.  Bir anda herkes muharebe mevkiini tutar.  Bütün mürettebatın asabını gayri kabil-i tarif bir gerginlik istila eder.  Renkli fenerlerle bir alamet farka işareti verilir.  Una hiçbir cevap verilmez.  Düşman.

     Bir anda projektörler yanar.  Toplara.  İstikamet 30 derece!  Mesafe 1200!  İnhiraf sağa 12! Ateş!  1100 ateş!  Ateş!

     Hayretengiz ve fakat mühlik bir manzara-i harp!

     Efrad, adeta her şeyi talim esnasında vaki oluyormuş gibi şayan-ı hayret bir itidal dem eseri gösterir.  Düşman gemisi firar eder. 

     Projektör söndür!

     Torpidobot def edildi!  Harp vardiyası paydos!  Her şey tekrar eski halini bulur.  Rahatcı vardiya tekrar uyku mahallerine gider.  Bir çeyrek saat içinde her şey eskisi gibi sakıt ve müsterih bulunur.

     Ahmed. 

 

İSKAJERAK MUHAREBE-İ BAHRİYESİ

“JUTLAND”

5

SMS Blücher’in intikamı:

Muharebe kruvazörleri arasında ilk ateş

     İndefatigable muharebe kruvazörü gibi kuvvetli ve büyük bir düşman gemisinin daha muharebenin ilk anında iki üç dakika içinde bütün mürettebatıyla beraber [bu geminin 900 zabit ve neferlik mürettebatından yalnız iki kişi kurtulmuştur] kaynayıp gitmesi, Amiral Hipper’in filosunda umumi bir avaza-i server ve zaferle karşılanmıştı.  Artık Dogger Bank muharebesinde batan SMS Blücher zırhlı kruvazörünün intikamı alınmıştı.  Alman muharebe kruvazörlerinin bütün taretlerini, merkez harp mevkilerini, uçak ve makina başlarını dolaşan bu haber meserretin husule getirdiği şevk ve heyecan ile gemilerde emirler daha iyi verilmeğe, toplar daha çabuk dolmağa, ocaklar daha iyi yanmağa, makinalar daha süratle işlemeğe başlamıştı İndefatigable’ın böyle ani bir surette müthiş bir iştiali müteakip batması, hele bu hadisenin düşmana ciddi bir hasar iras edilmeden vukua gelmiş olması, İngiliz filosunda elyevm bir tesir husule getirmişti.  Admiral Beatty’nin filosu  İndefatigable’ın garkı ile 10 tane 30,5 lık top, borda ateşinden de 3084 kilogram kayıp ediyordu.  Fakat düşmanın uğradığı zayiat Almanların birkaç dakikadan fazla istifade edebilmeleri mümkün olamamıştı.  Çünkü tamam o sırada leva amiral Evens Thomas’ın beş “İngilizlere nazaran dört” müthiş ve seri hatt-ı harp gemisi, son süratleriyle gelerek saat 6,18 de Beatty’nin muharebe kruvazörleri gerisinde hatt-ı harbe dâhil olmuş ve 18300 metreden Alman gemileri üzerine ateş açmışlardır. 

     HMS Queen Elizabeth, hms Barham, hms Warspite, hms Malaya, hms Valiant isminde beş gemiden terekküb eden bu filo, İngilizlerin tefevvukunu dört misline çıkarmıştı.  25 mil giden bu zırhlılar, 38,1 santimetrelik sekizer topla müsellah olup bahriyenin borda ateşi sıkleti 7,442 kilogram ve mecmuunun borda ateşi37,210 kilogram idi.  Beatty filosu, hms İndefatigable’ın garkıyla kayıp ettiği 3,084 kiloluk borda ateşini ma ziyadeten telafi etmiş ve Almanların 16,066 kiloluk borda ateşine 59,526 kilo ile mukabele etmeğe başlamışlardı. 

İntibaat: [Heybeliada yarış mahalli]

               Çüretkârane bir torpido hücumu:

      Beşinci İngiliz hatt-ı harp filosu, ateşini Alman hatt-ı harbinin dümdâr  gemilerine, yani Sms Von Der Tann ile sms Moltke üzerine tevcih etmiş idi.  Düşmanın dört misli fazla olan bu kahir ateş faikıyeti karşısında Alman filosu sıkışmağa başlamıştı.  İngilizlerin iddiasına nazaran Alman hatt-ı harbinin üçüncü gemisinde – ki sms Seydlitz olması memuldür – yangın çıkmış, fakat biraz sonra söndürülmüştü.  Bu esnada Amiral Hipper vaziyetin müşkülatını tahfif için, muhrip filotillalarına hücum emrini vermişti.  Saat 9,20 de 15 tane Alman torpidobot muhribi sms Regensburg küçük kruvazörünün sevk ve himayesinde olarak, bütün süratleriyle, düşman hatt-ı harbine doğru atıldılar. 

     Düşman tarafında ise, amiral Beatty müsait bir fırsat zuhurunda torpido hücumu icrasını kendi muhriplerine emir etmiş olduğundan onlar da Alman muhripleri üzerine saldırdılar.  İngilizlere nazaran Alman muhriplerinin hücumuna mukabele eden İngiliz torpido filotillaları 12 sefineden, Almanların adedine göre de 15 ila 20 muhripten müteşekkil idi. 

     Sefain sagire arasındaki mücadele pek sert ve şedid oldu.  Bir taraftan düşmanın büyük gemileri bütün küçük veya vasat çaplı toplarıyla şeci Alman muhriplerine ateş açıyor.  Diğer taraftan da İngiliz ve Alman hutut harbiyesi ortasında telakki eden tarafın torpido sefaini ile küçük kruvazörleri yakın mesafeden yekdiğeriyle çarpışıyorlardı.  Almanlar tarafından küçük sms Regensburg kruvazörünün iştirak ettiği bu mücadelede her iki tarafın filotillaları da asıl hücum hedefi olan büyük gemilere bir zarar ve hasar iras edememişler, fakat iki Alman torpidobotu tam isabetle hareketten muattal kılmış ve mürettebatı diğer sefain tarafından kurtarıldıktan sonra mezkûr botlar gark olmuştur.  Düşman tarafında ise bir İngiliz muhribi topçu ateşiyle gark olmuş ve bir diğeri de Alman torpidoları tarafından atılan torpil ile imha edilmiştir.  Hms Nomad ve hms Nestor namındaki İngiliz muhripleri de seyir edemeyecek derecede vehim hasara duçar olarak muharebe meydanında kalmışlardır.  Bilahare harbin ikinci safhasında Alman açık deniz donanması bu iki muhribin karını itmam eylemiştir.   

     İngiliz ve Alman muhripleri arasında cereyan eden mücadele İngiliz resmi raporunda şu suretle tasvir ve hikâye edilmektedir:

     Muhtelif filotillalara mensup 12 muhrip müsait bir fırsat zuhurunda torpido hücumu icra etmek üzere emir almış olduklarından saat 6,15 de hücuma kıyam etmişler ve düşman muhripleri de aynı zamanda bu hücuma mukabelede bulunmuşlardır. 

     Bir küçük kruvazör ve 15 muhripten mürekkep olan düşman filotillası ile mesafe-i karibeden şedid bir mücadele oldu.  Neticede düşman, iki muhrip kayıp eyledikten ve hücumu da akim kaldıktan sonra kendi muharebe kruvazörlerine doğru ricat etti.  Esnayı mücadelede birkaç muhribimizin geri kalması dolayısıyla düşman muharebe kruvazörlerine karşı yapılan hücumdan bir netice çıkmadı.  Bilahare Alman muharebe kruvazörlerine büyük muhariplerle icra edilen münferit hücumlarda muvaffakıyet bahş olamadı ve Nestor muhribi pek ziyade duçar-ı hasar olarak sahayı mücadelede muattal kaldı.

     Şark takdim:

     Alman ve İngiliz raporlarının her ikisi de ilk torpido hücumunun kendileri tarafından icra edildiğini ve düşmanın büyük gemilerini müdafaa maksadıyla bu hücumu torpidobotlarıyla karşıladığını iddia etmektedir.  Yani her iki taraf da hasma takdim ve tefevvuk daiyesinde bulunmaktadırlar.  İlk torpido hücumunun böyle kıymet ve şerefini artıran sebep nedir?  Torpido hücumları mesela Coşimada olduğu gibi uzun bir musaraa neticesinde düşman iyice hırpalandıktan, torpido

Mabadı var

          Abidin Daver

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.